SİTEDE ARA

„ICH WERDE EİNES TAGES WİEDER, SİCHERLİCH. UND AN DİESEM TAG WİRD EİNE NEUE ÄRA İN DER WELT STARTEN……“(*)
22 Aralık 2018

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

Suzy telefonu kapattıktan sonra şoföre dönerek “Lütfen biraz daha hızlı olabilir misiniz?” dedi telaşla. Taksinin direksiyonundaki altmışlı yaşlarda, beyaz saçlı ancak dinç görünümlü sürücü “Hanımefendi, sizi anlıyorum telaşlısınız ancak şu anda zaten şehiriçi hız limitinin 10 mil üzerinde gidiyorum. Üzgünüm. Zaten geldik sayılır, 2-3 dakikaya verdiğiniz adresteyiz.” Suzy adamın elinden geleni yaptığını biliyordu, “Kusura bakmayın, sağolun” Adam dikiz aynasından Suzy ’ye bakarak gülümsedi. Az sonra evin önündeydiler, Suzy tarifede yazan 16 Norveç kronluk tutarı gördü ve bir 20’lik uzatarak “Üstü kalsın, teşekkür ederim” deyip sırt çantasını kaptığı gibi taksiden indi. Şoför teşekkür edip hareket edene kadar, o çoktan bahçeyi geçmiş, merak ve heyecandan zangır zangır titreyen elleriyle kapının kilidine anahtarı yerleştirmeye çalışıyordu. Kısa süren zorlu bir mücadeleden sonra içeri girdiğinde salona koştu. “Baba, baba burada mısın?” Salon boştu, her yer Cuma sabahı işe giderken bıraktığı gibi tertemiz, düzenliydi. Mutfağa girdiğinde orada da bir tuhaflık hissetmedi. Bir çırpıda merdiveni çıkıp yatak odasına baktığında, yatağın hiç bozulmadığını, Stephan’ın pijamalarının ve robe de chambre’ının dilsiz uşakta katlı ve düzgün bir şekilde durduğunu gördü. Son ümit kapıyı tıklatmaya gerek bile duymadan daldığı banyoda da herşey yerli yerindeydi. Kısacası babası yoktu, Stephan evde değildi.

 

Kalbinin küt küt atan sesini şakaklarında duyuyordu artık. Yeniden tüm gücüyle babasını çağırarak aşağıya salona indi. Evde korkunç bir sessizlik vardı. Suzy “Baba, babacığım neredesin? Lütfen lütfen” diye ağlamaya başladı, içindeki telaş şimdi yerini tüm vücudunu derinden ürperten bir korkuya bırakmıştı. Artık gücü kalmamıştı, tükenmişti, televizyonun karşısındaki koltuğa çöktü adeta. Bir süre ağladıktan sonra, kendine geldi, toparlandı. “Düşünmem lazım, ben yolda taksideyken yok yok daha önce havaalanında arkadaşlarla Starbucks’da kahve içip tatilden bahsederken, televizyonda bu olayı duydum. Sonra arkadaşları orada bırakıp hemen taksiye atladığım gibi eve geldim. Yolda Stephan’ı cebinden aradım, sesi yorgundu, şaşkındı sanki. Ama az sonra evde olacağımı, beni beklemesini söyledim ve az bir şey olaylardan bahsettim. Offf, sakin olmalıyım, telaşla bir yere varamıyorum. Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti. Sonra? Sonra eve geldim ve babam yok, sanki hiç bu evde olmamış gibi.” Yeniden ağlamaya başladı, sinirleri altüst olmuştu.  O anda birden babasının cep telefonunu yeniden aramak geldi aklına. Seri bir şekilde yerinden kalkıp paltosundan aldığı telefonuyla babasının numarasını çevirdi. Elleri titriyordu, “Haydi babacığım, haydi canım aç şu telefonu”. Ama çalmıyordu, cızırtı vardı. Kapatıp yeniden aradı, yine aynı mekanik cızırtı. “Baba babacığım açsana, Tanrım, yardım et, çıldıracağım artık” diye bağırdı avazı çıktığı kadar. O anda kulağına babasının sesini duyabilmek için binbir ümitle adeta yapıştırdığı ahizeden bir tıkırtı sesi geldi ve sonra derinden gelen kısık bir ses Suzy’nin beynine doldu. Ich werde eines Tages wieder, sicherlich. Und an diesem Tag wird eine neue Ära in der Welt starten.“  Üniversitede yardımcı dil olarak Almancayı seçmiş olan Suzy sürekli tekrarlanan bu cümleyi anlamıştı. Ancak babasının telefonundaki bu Almanca cümle de ne demekti, üstelik babası Almanca bilmiyordu.  Hem kimdi bu babasının telefonundan, uzaklardan kısık kısık gelen bu sesin sahibi, daha fazla devam edemedi.  “Of of Tanrım çıldırıyorum galiba, neler oluyor böyle, yardım et Tanrım“ diyerek telefonunu elinden fırlattı attı ve yeniden ağlamaya başladı.  “Çıldırıyorum, çıldırıyorum, aman Tanrım neler oluyor bize? Babacığım neredesin? “ dedi ve kanepeye yığıldı.

 

Neden sonra kendine geldiğinde bir müddet olan biteni hatırlamaya çalıştı. “Evet, evet dedi kendi kendine, bir gariplik var, ama önce sakin olmalıyım, eminim tüm bu olup bitenin mantıklı bir açıklaması vardır.” Evi iyice aramalıydı, belki bir şey, bir iz, bir not bulabilirdi babasında. Öyle ya belki ki Stephan da tatile çıkmıştı, kafasını dinlemeye. Antreden başlamaya karar verdi, portmantoda paltosu, şemsiyesi, atkısı, eldivenleri düzgün bir şekilde duruyordu. Ayakkabılığı açtığında gördüğü manzara da aynıydı. Tüm ayakkabılar pırıl pırıl boyanmış, uçları dışarı bakacak şekilde istiflenmişti. Yerler, girişteki paspas da öyle, tertemizdi. Hemen yana mutfağa geçtiğinde de bir tuhaflık görmedi, fincanlar kupalar pırıl pırıl askılarında duruyordu. Stephan’ın kahve sevdiğini bildiğinden eli hemen kahve makinasına gitti, soğuktu, kapağını açtığında içinin boş ve de temiz olduğunu farketti.

 

Yukarı yatak odalarına çıkmadan salona bir göz atmak istedi. Koltuklar, kanepe, gazetelik, kitaplık herşey yerli yerinde ve düzenliydi. O anda Suzy’nin aklına panikle yere attığı telefonu geldi. Görünürde yoktu, televizyonun arkasına baktı, fişinin çekili olduğunu görünce biraz garipsedi, çünkü Stephan ancak uzun süreli bir tatile gittiğinde çekerdi bu fişi. Neyse, ufak bir ayrıntı sonra dururum üzerinde deyip yine telefonunu aramaya koyuldu. Kanepenin altına baktı yok, eğilip ortadaki sehpanın altına evet oradaydı, uzandı aldı ve doğrulup kanepeye çöktü yeniden. Kontrol etti, çalışıyordu telefonu. Stephan gibi ayaklarını ortadaki cam sehpaya uzatırken, o ana kadar dikkatini çekmeyen bir şey takıldı gözüne. Eski, açık olan sayfaları sararmış bir kitap duruyordu sehpadaki küçük vazonun yanında. Hemen kalkıp eline aldı. Bu kitap Hitlerin “Kavgam”ının ilk baskısıydı, 1928 baskısı. Suzy çok şaşırmıştı, bunca yıldır gece gündüz birlikte olduğu babasının ağzından bir kez olsun Hitler’le ilgili bir kelime dahi duymamıştı. Geniş kitaplığındaysa ne Hitler’e, ne de Nazilere ait değil kitap, tek bir satır tek doküman, resim olsun bulamazdınız. Öyleyse bu kitap kime aitti, neden buradaydı ve bu tarihi, arşivlik kitabı kim getirip, babasının evine bırakmıştı?

 

Sorular, sorular, sorular. Suzy artık iyice meraklanmaya, hatta korkmaya başlamıştı, peşpeşe garip şeyler oluyordu bugün, çözmeye çalıştıkça daha da griftleşen, zorlaşan şeyler.  Kitabı incelemeye devam etti. Sararmış sayfaları üzerinde yer yer eskilikten lekeler oluşmuştu 88 yıllık bir antikayı tutuyordu ellerinde. Stephan’ın da farklı konularda böyle sararmış sayfalı, arşivlik,  eski kitapları olduğunu hatırladı. Gözlerini kısmış dikkatle kitabı incelerken, birden sarı lekelerin hemen altında bir şey dikkatini çekti.  Koyu kırmızı bir leke, sanki kurumuş, eski kan lekesi gibi bir şey, daha doğrusu soluk bir iz, işaret gibi. Bunun ne olabileceğini düşünürken aynı soluk lekenin Hitler’in resminde de olduğunu farketti. Dikkatini iyice verdiğinde sol taraftaki Hitler’in o kırmızı lekeli resminin bulunduğu sayfada, resmin tam altında zamanla eskimiş, mürekkebi hemen hemen uçmuş, zor okunan küçük bir yazı, bir not farketti. Merak etti, kalktı kütüphaneden babasının büyütecini alarak notu yeniden dikkatle incelemeye başladı. Birkaç dakika inceledikten sonra şaşkınlıktan dona kaldı. Gözleri faltaşı gibi açılmış, kulakları çınlıyor, kalbi göğsünden fırlamak istermişçesine deli gibi atıyordu. “Aman Tanrım, bu da ne böyle? Neler oluyor? Bu kadarı da fazla” deyip kanepeye çöktü, arkasına yaslandı, derin derin nefes almaya başladı, gözlerini kapadı, kafasında onlarca düşünce dans ediyordu sanki.  

 

Sehpanın üzerine bıraktığı kitapta, Hitler’in resminin altındaki not bir el yazısıydı ve şimdi büyüteç yardımı olmadan da gayet kolay ve net okunabiliyordu bu 88 yıl önceki not. Dayanamadı, haykıra haykıra, hıçkıra hıçkıra ağlayıp, bağırmaya başladı. Az sonra kendini kaybetmişti, kanepeden kayıp sehpanın yanına yığıldı. Sehpanın üzerindeki kitabın ilk sayfasında şu yazı vardı, altında Hitler'in o meşhur imzasıyla.

Geck Stephane mit Liebe.. (*)

 

(*) Dostum Stephan’a sevgiyle

HİTLER KONUŞMA YAPARKEN..
HİTLER & SELAMI
KAVGAM.. 1925 BASKISI..
HİTLER..
  • YORUMLAR (0)
  • YORUM YAP
    • İlk yorumu sen yap.
  • Ad Soyad E-mail Adres Yorum