SİTEDE ARA

MUCİZE KAVRAMI... 1. BÖLÜM
15 Aralık 2019

Uzunca bir süredir gündemimizde olan konulardan biri de bu, Mucize.. Bu konuya ilginizin ve de merakınızın çok fazla olduğunu aldığımız sorulardan anlıyoruz. Herhangi bir dine mensup olsun olmasın, inanan veya inanmayan hemen her kesimden yüzlerce yorum aldık, halen alıyoruz da. Tarihten, inandıkları dinden hatta kendi gündelik yaşamlarından, karşılaştıkları mucizelerle (!) ilgili yaşadıklarını, gördüklerini bizimle paylaşan, yorumlarımızı isteyen dostlarımızın sayısı da bir hayli kabarık. Doğal olarak bu isteklere bir cevap vermek durumundayız. Ama öyle mucize vardır veya yoktur gibi bir cevap olmaz, bize yakışmaz. Araştıracağız, inceleyeceğiz, kanıtlara, belgelere bakıp önünüze detaylı bir çalışma koyacağız. Konu zor bir konu biliyoruz, zor ve de hassas. Çok sağlıklı bilgi, belgelerle karşınıza çıkmalıyız.

 

Önce ana kalıpla başlayalım. Mucize nedir sorusuyla..

Akıl yoluyla açıklanamayan, bu yüzden de Tanrısal bir güç tarafından yaratıldığına inanılan doğaüstü olay, bu mucizenin birinci sözlük anlamı. İkinci anlamıysa, insanları hayran bırakan olağanüstü olay ya da şey. Tansık, mucizeye verilen bir başka anlam-isim. Bu açıklamalara şunları da ilave edebiliriz. Bilimsel yasalarla açıklanamayan ve ilahî güçlere mal edilen, inananları tarafından hoş karşılanan, sıra dışı olay. Teolojide Mucize; terim olarak, Yüce Allah’ın, peygamberlik iddiasında bulunan peygamberini doğrulamak ve desteklemek için yarattığı, insanların benzerini getirmekten aciz kaldığı olağanüstü olay olarak tanımlanmakta. Tabiat kanunlarının geçerliliğini ve etkilerini kısa ve geçici olarak bir süre durduran mucizenin mahiyeti bilinemez.

 

 

Bir başka anlatımla mucize, peygamber olan kişinin, akılların alamayacağı bir olayı Allah’ın kudreti ile göstermeyi başarmasıdır. Kuran’ı Kerim’de mucize terimi yerine, ayet, beyyine ve burhan kavramları kullanılır. Devam edelim, Mucize, sözlükte “bir şeye güç yetirememek” anlamındaki acz kökünden türeyen mu’ciz (aciz bırakan) sıfatının isim şeklidir. Kuran’da mucize kelimesi yer almamakla birlikte acz kökünden fiil ve sıfat kalıpları “aciz kalmak; güçsüz bırakmak; Allah’ın ayetlerini yalanlamak amacıyla yarışmak” manalarında yirmi bir ayette geçer.

 

Mesela “aciz bırakmak” (8. Enfal, 59; 72. Cin, 12 gibi), “çaresiz kalmak” (5. Maide, 31), ”güçsüz düşürmek” (35. Fatır, 44; 72. Cin, 12 gibi), “Allah’ın ayetlerini geçersiz kılmak için çaba sarf etmek“ (22. Hac, 51; 34. Sebe’. 5, 38 gibi). Ayrıca bu son örnekte mucize kavramı verdiğimiz ayetlerdeki anlamlarının yanı sıra, “köklerinden sökülmüş hurma kütüğü” (54. Kamer, 20; 69. Hakka,7 gibi), “çocuk doğuramayacak kadar yaşlı ” (11. Hud, 72; 51. Zariyat. 29 gibi) veya sadece “ihtiyar kadın” (26, Şuara. 171; 37. Saffat. 135 gibi). Özetle, Kutsal Kitabımızda “Mucize” kelimesine rastlayamıyoruz ancak onun yerine kullanılan ve de oldukça farklı anlamları olan bazı fiiller/sıfatlar bulunuyor. Örneğin;

 

Aciz bırakmak; 8. Enfal, 59; “Küfre sapanlar sakın öne geçtiklerini düşünmesinler. Onlar bizi aciz bırakamazlar.“

 

Çaresiz kalmak; 5. Maide, 31; “ Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl saklayacağını ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. O dedi ki: Eyvah, şu karga kadar olamıyor muyum ki, kardeşimin cesedini saklayayım. Bu arada pişmanlık duyanlardan olmuştu.”

 

Allah’ın ayetlerini geçersiz kılmak için çaba sarf etmek; 22. Hac, 51; “Ayetlerimizi işe yaramaz kılmak için gayret gösterenlere gelince, onlar cehennemin dostlarıdır. ashab-ı cahim -”

 

Yukarıda verdiğimiz örnek ve açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Mucizenin yeri teolojide çok geniştir. Peygamberler görevlerini ifa etmek, insanları Tanrı yoluna çekebilmek için, yine bizzat tanrının kendilerine lütfettiği olağanüstü olaylardan, çevrelerindekinin aklını alan, akıl almaz, güç yetirilmez mucizelerden yararlanmıştır. Takip eden paragraflarda bunun pek çok örneğinden birkaçını size vereceğiz. Ancak tabi ki bizim de yorumlarımızla birlikte. Mucizeler dinsel nitelikleri yönünden fevkalade önemlidir dedik başlarken, o halde biraz daha bu “din ve mucize” ilişkisini irdelemeyi sürüdürelim..

 

Kuran’da yer alan mucize veya olağanüstü mahiyetteki olaylar AYET veya çoğul anlamındaki AYAT kavramıyla ifade edilmiştir. Ancak AYET kavramıyla farklı özelliklerdeki olaylar da anlatılmıştır. Örneğin ilk vahiy tecrübesi sırasında Peygamberimizin Cebrail’i görmesi ve/veya o sırada meydana gelen bir takım olağanüstü olaylara şahit oluşu olayı da AYET (ayatu’l- kübra) olarak nitelendirilmiştir. (Bkz. 53. Necm, 18) Bunun yanı sıra beyine (4. Nisa, 153; 7. A’raf, 73) burhan (28. Kasas, 32), sultan (4. Nisa, 153; 11. Hud, 96), hakk (10. Yunus, 76) ve Furkan (2. Bakara, 53) gibi kavramlar da yine mucizenin karşılığı olarak kullanılmıştır.

 

Ayetlerdeki kullanımlarına baktığınızda, mucize kavramına farklı anlamların yüklendiğini mutlaka fark etmişsinizdir. Bize göre bu nedenle geleneksel yorumlarda mucize kavramının net bir tanımı yapılamamıştır. Çünkü mucize bir yandan “muhatabı aciz bırakan ve risaletlerini (peygamberlik, elçilik) ispat için Allah tarafından peygamberlere verilen olağanüstü fiiller” olarak nitelendirilirken, diğer taraftan da inkârda direnen geçmiş kavimlerin helak edilmelerine neden olan tufan, deprem, şiddetli kasırga veya suda boğulma gibi çeşitli doğa olayları, yine aynı kavramla ifade edilmiştir. Oysa bu tip doğa olaylar Allah’ın güç ve kudretinin sembolü olmakla birlikte, kimi peygamberlerin risaletini ispat etmek için verilen mucizeler kategorisinde değildir. Kuran, sözü edilen olaylardan haber vererek muhataplarını uyarmayı hedefler. Nitekim Hz. Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin helakine işaret ettikten sonra “Yok mu ibret alanlar?”(54. Kamer,22) diye uyarısını yineler.

 

 

Yukarıda işaret edilen hususların her birisi, genelde mucize olarak nitelenmişse de, özellikle Hz. Musa ve Hz. İsa’ya verilen bazı mucizelerin, onların peygamberliklerini ispat etmek için olduğunu görüyoruz. Ancak diğer peygamberlerin veya kavimlerinin yaşadıkları bazı olağanüstü hadiseler, risaleti ispat anlamında olmayıp Yüce Allah’ın güç ve kudretinin sembolü niteliğindedir. Örneğin tufan, şiddetli kasırga veya deprem gibi olaylar aslında birer tabiat olayıdırlar. Ve bu hadiselerin ardından bazı kavimler helak edilmişlerdir. Kutsal Kitabımız bu hadisatı hatırlatarak aslında muhataplarını uyarmayı amaçlar. Bu nedenle bunlar risaleti ispat anlamında mucize olmayıp, mahiyet itibariyle olağanüstü nitelikteki olaylardır.

 

 

 

Kuran, müşriklerin Peygamberimizden mucize talepleri hakkında ne diyor?

 

Kuran müşriklerin çeşitli mucize taleplerinden bahsetmektedir. Bu talepler, Hz. Muhammed’in peygamber olup olmadığını test etmeye yönelik olağanüstü isteklerdir. Zira Peygamberimiz inkârda direnen geçmiş kavimlerin başlarına gelen birtakım olağanüstü olayları haber verip bu müşrikleri ikna etmeye çalışırken veya önceki peygamberlerin mucizelerinden bahseden ayetleri okurken onlar kendisinden, ya korkutuldukları azabı getirmesini istemişler, ya da benzer olağanüstülükleri ya da mucizeleri onun da göstermesini talep etmişlerdir. Müşriklerin bu taleplerine Kuran Hz. Muhammed’in peygamberliğinin mucizeyle bir ilişkisinin olmadığını belirtmiş ve talep edilen mucizelerin hiçbirisinin gerçekleştirilmediğini özellikle vurgulamıştır. Buna mukabil yine de onun peygamberliğinden şüpheleri varsa onun peygamberliğinin en büyük delili veya mucizesinin okuduğu vahiyler olduğunu ifade etmiştir. (Bkz. 29. Ankebut, 50-51). KURAN, HZ. MUHAMMED’E PEYGAMBERLİĞİNİN DELİLİ OLARAK BAŞKA BİR MUCİZE VERİLMEDİĞİNİ DE HATIRLATMIŞTIR.

“Dediler ki: Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya.. De ki: mucizeler Allah katındadır. Bana gelince, ben açıkça uyaran biriyim. Hepsi bu.” Ankebut, 50.

 

Karşılarında okunup duran bir kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.” Ankebut, 51.

 

Bizi mucizeler göstermekten alıkoyan, daha öncekilerin onları yalanlamış olmasından başka bir şey değildir. Semud kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onunla kendilerine zulmettiler. Biz, mucizeleri yalnız korkutup sindirmek için göndeririz.” İsra, 59.

 

Evet Peygamberimiz ve mucizeler konusuna ileride daha detaylı olarak girmeyi planlıyorduk ancak anlatıdaki gidişat bizi daha başlangıçta buraya getirdi. Kısa bir pasajla, bir girişat olarak değinip, konuyla ileride daha geniş buluşmak üzere hızlı bir geçiş yapalım. Her ne kadar Kuran, okuduğu vahiyler haricinde Hz. Muhammed’in peygamberliğinin bir başka mucizeyle desteklenmediğini çok açık bir dille vurgulamış olsa da, rivayetlerde veya geleneksel yorumlarda sayısız mucize iddialarının yer alması ve bunların Resul-i Ekrem’in risaletinin delilleri olarak sunulması gerçekten hayret vericidir. Kuran ona herhangi bir mucize verilmediğini söylerken verilmeyen mucizelerin neler olduğuna dair hiçbir açıklama yapmamıştır. Bunun yanı sıra İSRA Hadisesine işaret eden ayette, bir kısım semboller veya olağanüstülüklerin (min ayatina) gösterilmesi için Peygamberimize gece yolculuğu yaptırıldığına işaret edilmiş, ancak bu olağanüstülüklerin neler olduğuna dair herhangi bir ipucu verilmemiştir. (Bkz. 17. İsra, 1) Bunlara ilaveten risaletle ilk tanıştığı zaman Cebrail’den vahiy alması ve bu süreçte yaşadığı bir takım olağanüstülükler de Ayatü’l - Kübra (Büyük Ayet) olarak nitelenmiştir. (Bkz. 53. Necm, 18) Bu açıklamalara baktığımızda ayetlerde geçen ayet veya ayat kavramıyla neyin ifade edildiği kesin olarak belli değildir. Ancak, Hz. Muhammed’e verilmeyen mucizelerle peygamberliğinin delili anlamındaki olağanüstülüklerin kastedildiğini söyleyebiliriz.  Bu konuya ileride detaylı olarak değineceğiz.

 

Devam edelim..

 

İslam âlimleri bir olayın mucize sayılabilmesi için gerekli olan şartları şöyle sıralamışlardır:

1- Mucize, gerçekte Allah’ın fiilidir. “Peygamberin Mucizesi” denilmesi, mucizenin onun aracılığıyla ortaya çıkması veya o peygamberin doğruluğunu göstermesi sebebiyledir.

2- Mucize, peygamberlerin isteğine veya ihtiyacına uygun olur.

3- Mucize, alışılmış tabiat kanunlarının dışında bir olaydır.

4- Mucize, peygamberlik iddiasıyla birlikte bulunur. Genelde peygamberlikten çok önce veya çok sonra olmaz.

5- Mucize, peygamberlerde meydana gelir. Peygamber olmayan birinin gösterdiği olağan üstü hadiseye mucize denilemez.

Peki onlara ne ad verilir diye aklınıza bir soru gelirse, aşağıdaki paragrafa geçelim.

 

 

MUCİZE - İSTİDRAÇ İLİŞKİSİ

 

Bu ilişkinin açıklaması kolay olduğu kadar da karmaşık. Bu nedenle olabildiğince bol açıklamalarla gitmek durumundayız, elbette İslam kaynaklarına dayanarak yapacağız bu açıklamalarımızı. Yukarıdaki bölümlerde anlatılanları şöyle bir toparlamakla işe başlayalım.

 

Ne demiştik, Allah, peygamberlerine davalarını doğrulamak için “mucize” verdiği gibi, veli kullarına da “keramet” dediğimiz bazı harika haller ihsan etmiştir. Velinin gösterdiği kerametler, Peygamberimizin davasında doğru ve haklı olduğunun bir işaretidir. Zira velinin gösterdiği keramet, tâbi olduğu peygamberin kerameti sayılmaktadır. Mucize’yi anlatırken, kerameti de irdelemek durumundayız. Çünkü bu konuda İslam kaynaklarının bir hayli fazla veli ve de onlara ait kerametlerden bahsettiğini görüyoruz.

Örnekleyelim; Hz. Ömer’in gönderdiği mektubun içine atılmasıyla Nil Nehrinin taşması, yine Hz. Ömer’in Medine’de minber üzerinde hutbe okurken bir aylık mesafedeki İslâm ordusunun kumandanına “Yâ Sariye*, dağa sığın.” diyerek, sesini ona duyurması ve ordunun tehlikeyi atlatması, kerametlere misal olarak zikredilebilir.

  • Sâriye b. Züneym b. Abdillâh ed-Düelî (ö. 30/650-51) Hz. Ömer’in kumandanlarından.

 

İlginç bir örnek değil mi?  İslami kaynaklar genel olarak bu olayı şöyle anlatıyor. Hz. Ömer'in halifelik yıllarıdır. Takvimler hicretin yirmi üçüncü yılını göstermekteydi. Halife her Cuma olduğu gibi, o Cuma da Medine'de Mescid-i Nebevi minberinde hutbedeydi. Orada konuşurken, bir ara sözleri arasında şöyle dedi: "Yâ sâriyetu el-cebele, el-cebele !".

Mescittekiler soran gözlerle birbirlerine baktılar. Sâriye, İran'da devam eden fetihlerde görevli bir komutandı. Hz. Ömer, Sâriye b. Zenim'i, (Bazı kaynaklarda Züneym) Dâr-ı İbkird ve Fesa bölgesine komutan olarak tayin etmişti. Bu iki yer İran topraklarındaki iki bölgenin adıydı. Şimdi halife Ömer, Medine'den Sâriye'ye sesleniyor ve komutanına hemen dağa çekilmesini söylüyordu. Oysa Sâriye ile arasında çok büyük bir uzaklık vardı. Hz. Ömer hutbede niye böyle demişti? Bu farkında olmadan ağzından kaçan bir söz müydü, yoksa Sâriye'nin durumunu görüp ona bir ikaz da mı bulunmuştu?

Aradan birkaç hafta geçince Medine'ye bir elçi geldi. Elçiyi, komutanı Sâriye göndermişti ve elçinin yanında bir fetihname bulunmaktaydı. Elçi o Cuma günü savaşta olanları anlatınca durum açıklığa kavuştu: Hz. Ömer'in minberden emir verdiği gün, Sâriye'nin askerleri Sasani Devleti güçleriyle çarpışıyordu. Cuma vaktinde savaş sırasında Sâriye, Hz. Ömer'in şu sözlerini ve emrini duymuştu "Ya Sâriyetu, el-cebele, el-cebele!" Duydukları üzerine şaşırmıştı ama yine de, emredileni yerine getirmek için askerin sırtını yakındaki dağa vermiş ve sonunda zaferi kazanmıştı. (Kaynaklar: Ey Sâriye, dağa, dağa çekil!" Taberî, Tarihü'l-Ümem ve'l-Mülûk, 2:380; Ebû Nuaym, ed-Delâil, 3:210,211; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:370; Süyûtî, Târihü'l-Hulefâ, s.128; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 7:131.)

 

Kaynaklar şöyle devam ediyor: “Öncelikle, Allah'ın ona keşfetmesiyle Hz. Ömer hutbe sırasında Sâriye'nin harp sahasını ve sıkıntılı halini görmüştü. Ona emir vermiş ve emri Sâriye'ye işittirilmişti. Sâriye'nin elçisi emri duyup dinlemekle muzaffer olduklarını söylüyordu. Olay neleri gösterir? Bu durum, kerâmetkârane (!) kumanda etmektir ve Hz. Ömer'in keskin nazarlı ve yüksek bir veli olduğunu gösterir. Bir başka açıdan, bu keramette bir tayy-ı mekân (mekânı dürmek, aradan kaldırmak ve geçmek) söz konusudur.” Doğrusu bu keramete bir göz attığınızda, kerametin doğruluğundan herhangi bir şüpheye düşmeniz imkânsız. Kaynaklar bol ve çeşitli, üstelik ulema da aynı kanıda ki, açıklamalarını şöyle sürdürüyorlar.

 

“Rasulullah da tayy-ı mekânla, Kudüs'teki, Mescid-i Aksayı, Mekke'de önünde gibi görüp müşriklere tarif etmişti. (Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr: 41; Tefsîru Sûre: 17; Müslim, İmân: 276, 278, Tefsîru Sûre: 17; Müsned, 1:309, 3:377; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:191.) Hz. Ömer de keramet olarak benzer bir durum yaşıyordu. O da tayy-ı mekânla Sâriye ordusunun durumunu görmüş ve ona sırtını dağa vermesini emretmişti. Hz. Peygamber bir açıklamasında tayy-ı mekân konusunda şöyle diyordu: "Şüphesiz Allah, arzı (yeryüzünü) benim için dürüp devşirdi; ben de, doğularına batılarına bakıp gördüm. Muhakkak ümmetimin hâkimiyeti (yönetimi) yeryüzünden, bana dürülüp toplanan yerlere kadar ulaşacaktır." (Müslim, Fiten: 19, 20; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 14; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 4:123, 278, 284. 4)

 

Yok yok çok uzatmadık bu keramet konusunu, sabredin. Biliyoruz ki sizin de aklınıza şu şoru takıldı:  “Madem Hz. Ömer böylesine makbul bir keramet sahibiydi, niye Medine'de yaşayan ve onu öldürecek olan katili Firûz'u göremedi ve tehlikeyi anlayamadı? O keskin velayet bakışı burada neden kâr etmedi?" Bu tür konulara az biraz merakı olup üstelik araştırma yapmayı da sevenlerin aklına hemen ikinci bir sorunun geldiğine de eminiz. Hz. Yakub’dan bahsediyoruz. Sorunuz mutlaka şu şekildedir. " Dini anlatılara baktığımızda Yakub’un Mısır'dan Kenan'a gönderilen, oğlu Yusuf'un gömleğinin kokusunu uzaktan duyduğunu öğreniyoruz.  Ancak Yusuf'u kardeşleri kuyuya attığında Hz. Yakub yakında hemen yanı başındaki kuyudaydı. Niçin onu kuyuda göremedi ve hemen yanındaki kokusunu duyamadı?" 

Elbette kimsenin inancını sorgulamak değil amacımız, zaten haddimiz de değil. Biz sadece konuları daha iyi kavramak, akıllardaki soru işaretlerini tatmin edebilmek için bu tür sorulara yer veriyoruz. Zaten bu sitenin amacı da bu değil mi? Düşünen ve soru soranların, sorabilenlerin sitesi bu site. Herkes nasıl inanıp inanmamakta hür ise, biz de soru sormak, sorularımıza cevap aramak ve makul, mantıklı cevaplar bulmak durumundayız.

 

Devam edelim. Hz. Yakub’un kerameti için sorduğunuz soruya şöyle cevap vermiş Şeyh Sâdi-i Şirâzî,* Gülistan adlı eserinde.  Hz. Yakup: "Bizim halimiz şimşeklere benzer. Bazen yüksekten her tarafı görür gibi oluruz, bazen de ayağımızın üstünü göremeyiz." Aşağıdaki paragraflarda diğer  peygamberlerin mucizelerinden de bahsedeceğiz, elbette Hz. Yakub’unkilerden de. 

  • Şeyh Sadi-i Şirazi (1210-1291) , Fars şâir ve İslam âlimi. Salgur Atabegliği'nin hüküm sürdüğü sırada günümüz İran topraklarının Şiraz kentinde doğmuştur. Çocukken babasını kaybedip dedesi ve amcası tarafından yetiştirilmiştir. Daha sonra Bağdat'a gidip Nizamiye Medreseleri'nde öğrenimini tamamlamıştır. 

 

Şimdi burada bir duralım. Ne diyordu erenler? Allah, peygamberlerine davalarını doğrulamak için “mucize” verdiği gibi, veli kullarına da “keramet” dediğimiz bazı harika haller ihsan etmiştir.  Bu ulemanın anlattıklarında bir tuhaflık yok mu? Hz. Ömer haşa peygamber değildi, veliydi keramet gösterebilirdi, yukarıdaki olaya baktığınızda gösterdiği kerameti kaynaklarıyla anlattık. Peki peygamber olduğu Kuran’da tam 16 kez geçen Hz. Yakub’a mucizeler göstermek yerine niye keramet göstermesi yakıştırılıyor? Allah'ın Resulleri değiller mi? Mucize de gösterirler, keramet de  dersek işler bir hayli karışır. Mucizeler Peygamberlere, kerametler ise Velilere. Hz. Yakub'un oğlu Yusuf'un kanlı gömleğinin kokusunu uzaktan alması keramet değil de mucize olabilir mi acaba? Eğer bu olayı bir mucize olarak kabul edersek bir sorun kalmıyor gibi. Ama kalıyor galiba. Öyle ya koku alma olayı bir mucize idiyse, oğlunun hemen yanı başındaki kuyuya atılmış olduğunu fark etmediği gerçeğini nereye koyacağız? Koku alma mucizeyse, oğlunun varlığını hemen yanı başındaki kuyudan nasıl fark edemedi sorusuna da cevap bulmamız gerekiyor. Sonraki paragraflarda Kuran'da adı geçen peygamberlerden bazılarının mucizelerinden bahsedeceğiz. Mesela Hz. Yakub vahşi kurtlarla konuşup, oğlu Yusuf''u onların öldürmediğini, yemediğini kendilerinden öğrenmişti.  Bir başka mucizesi de sesinin sürekli olup, üç konaklık yerden bile rahatça duyulabildiğiydi. Her neyse, mucize konusunda ilerledikçe bazı sorulara rahatlıkla cevap bulacağımızdan eminiz. Burada noktalayalım. Ha bir de Sadi-i Şirazi’nin kendisinden asırlar önce yaşamış bir peygamberden yukarıdaki soruya cevap alması da hayli ilginç. Kendisi de önemli bir veli idi anlaşılan.

 

Konu bir hayli uzun, sorular soruları doğurmakta. Neyse yolumuz uzun olduğundan bir toparlama yapıp devam edelim..

Özetlersek, Keramet; Cenab-ı Hakk'ı bütün sıfatlarıyla birlikte tanıyan, O’na ibadette kusur etmeyen, günahlardan sakınan, gayrimeşru lezzetlere iltifat etmeyen, gaflete dalmayan zatlarda görülür. Bu vasıfları taşımayan, hatta tam tersi bir yaşayışın içerisinde olan kimselerden görülen harikalıklar ise keramet değil, “istidraç”tır. İstidraç, küfrü veya fâsıklığı açıkça görülen kimsenin elinde, isteğine uygun olarak zuhur eden harikalıklardır. Cenab-ı Hakk'ın, kendisine isyan eden kimselerin isteklerini yerine getirmesi, böylelerinin azaplarını daha fazla arttırmak içindir. Yoksa, onlarda bir hakikat olduğu için değildir. Nitekim şeytanın yeryüzünü zahmetsizce dolaşabilmesi, Firavun’un ve Nemrut’un dünyada iken birçok nimetlere mazhar olması, isyanlarını daha da arttırmaları ve ahrette daha çok azaba çarptırılmaları için verilmiştir. Bir âyet-i kerimede, “Âyetlerimizi yalan sayanları biz, bilmeyecekleri noktalardan yavaş yavaş helâke yaklaştırırız” buyrularak bu hakikate işaret edilmiştir. (Â'raf, 7/182).

 

(Devam edecek)

1
1A
2A
1B
  • YORUMLAR (0)
  • YORUM YAP
    • İlk yorumu sen yap.
  • Ad Soyad E-mail Adres Yorum