SİTEDE ARA

İSMAİLLİLER VE TEMPLİER ŞÖVALYELERİ I
16 Eylül 2020

Önce İsmaillilik nedir ona bir bakalım.. İsmaillilik, adını İsmail bin Ca'fer es-Sâdık'tan alan Şii mezhebidir. Ca'fer es-Sâdık öldüğünde mezhebin ileri gelenleri, yerine yedinci Şiî imâmı olarak Musa el-Kâzım'ın geçmesi gerekiyorken, Ca'fer es-Sâdık'tan önce ölmüş olan oğlu İsmâil bin Ca'fer es-Sâdık'ın oğlu Muhammed bin İsmâil eş-Şâkir'i yedinci imâm olarak kabul ettiler. Bu tercihin nedeniyle alakalı olarak ulemada elle tutulur bir bilgi yoktur.

 

M.S. 874'den, 1256'ya kadar Ortadoğuda İsmailliler son derece etkin olmuşlardı. Güçleri o denli artmıştı ki, 1164 yılında, İsmailli İmamı 2. Hasan, Ramazan ayının ortasında şeriatı kaldırdığını açıklamış, oruç tutmanın yanısıra, namaz kılma ve diğer ibadet zorunluluklarının da gereksizliğini duyurmuştu. Oğlu, İmam 2. Muhammed de babasının izinden giderek, onun sistemini aynen devam ettirdi. İslam dininin öngördüğü bu zorunlu ibadetlere yeniden geçilebilmesi, Selçuklu yönetiminin, Bağdat hilafeti üzerindeki İsmailli baskısını kaldırması ile gerçekleşecektir.


 

Selçuklu işgalinden sonra İsmailliğin İran'da önemli bir güç olarak varlığını sürdürmesini mümkün kılan kişi Hasan Sabbah (1050-1124) oldu. Aslen İran'lı olan Sabbah, Fatımi devletinin himayesindeki Kahire Batıni okulunda eğitim gördü. Kendisi Nizari-İsmaili Devleti'nin ve Haşhaşi Fedai Grubunun kurucusudur. Farklı bir dini ekole dayalı üst düzey dini bilgi birikimine ve otoriter bir liderlik karakterine sahip olduğu bilinen Hasan Sabbah kurduğu tarikatın suikaste dayanan farklı askeri taktikleri ve 35 yıl boyunca dışına çıkmadan yaşadığı Alamut Kalesi ile tanınmaktadır. Kendisi 1090 yılında Mısır'dan İran'a dönerek , çevresine topladığı İsmailli müridlerinin yardımı ile, Teberistan'da bulunan Alamut kalesini ele geçirmiştir.


 

Konunun önemine binaen daha iyi ve de kolay anlaşılabilmesi amacıyla biraz detaylandıralım. Şöyle ki, Mısır'dan kaçarak 1081 yılında İsfahan'a varan Sabbah, 9 yıl boyunca İran'ı baştan sona dolaşarak Batıniliğin propagandasını yaptı. İran'ın kuzeyine yöneldi. Özellikle Deylem bölgesi ile ilgilendi. Bu bölge İslam'ı zorla da olsa kabul etmeyen, toprakları zor fethedilen, savaşçı ve eski gelenekleri sürdüren yerli bir halkın kontrolündeydi. Bu duyduklarından çok etkilenen Sabbah, Gilan ve Mazenderan bölgelerinde 3 yıl boyunca çalışarak dağlardaki savaşçıları ve gönderdiği da'iler (Da'î İsmâilîyye mezhebinin, İslâmiyet ve İsmâilîlik mezhebine dâvet için görevlendirmiş olduğu din adamlarına verilen ad) sayesinde bölge halkını yanına çekti. Sabbah'ın faaliyetlerini izleyen Selçuklu Veziri Nizamülmülk* (1018-1092) yakalanması için emir verdi. Bunun üzerine Hasan Kazvin'e kaçtı. Burada müstahkem Alamut Kalesi'ni karargahı olarak seçerek Nizârî-İsmaili Devleti'ni 4 Eylül 1090 tarihinde kurdu.


*Nizâmülmülk veya gerçek adıyla Ebu Ali Kıvamuddin Hasan bin Ali bin İshak et-Tûsî, Büyük Selçuklu Devleti'nin veziri ve Siyâsetnâme adlı kitabın yazarı olan Fars devlet adamı ve siyaset bilimcisi. Devlet yönetiminde hayli etkili olan Nizamülmülk'ün vezirliği Alparslan ve Melikşah dönemlerine yayılmıştır.


 

Alamût Kalesi, ya da Elemût-Belde’t-ûl’İkbâl

 

Nizârî-İsmaili Devleti'nin yönetim merkezi konumunda olan ve Hazar Denizi'nin güney tarafında, Kazvin şehri sınırları içerisinde yer alan bir kaledir Alamut Kalesi. Kelime anlamı "Kartal Yuvası"dır.  805-919 yılları arasında İran'ın Deylem bölgesinde merkezleri Rey kenti olmak üzere hüküm süren Cüstaniler hanedanı kralı Veşudan İbn-i Cüstan tarafından inşa ettirilmiştir. Bu arada Alamut'un "Aluh āmūt" yani "Kartalın Öğretisi" ya da "Cezalandırma Yuvası" anlamlarına geldiğini de belirtelim. Ebced Hesabına göre ise "Elemût" Hicri 483 yılına tekâbül etmektedir, ki bu sayı kalenin Hasan Sabbah tarafından zapt edildiği yıla karşılık gelmektedir.

 

Kale geniş bir vadiye egemen konumdaki büyük bir kayalık üzerine inşa edilmişti. İki bin metre yükseklikteki kale, kayanın tabanının yüzlerce metre üzerinde, yalnızca sarp ve dolambaçlı bir patikadan binbir zorlukla çıkılabilen bir yerde bulunmaktaydı. Rivayete göre Cüstaniler hanedanı kralı Veşudan İbn-i Cüstan kartalını salmış, kartal ise bu kayalığa konmuş, böylece burada kalenin yapımına başlanmıştı.

Elemût-Belde’t-ûl’İkbâl, Sabbah tarafından alınana kadar Cüstaniler'in denetimi altında kalmıştır. Sabbah'ın eline geçtikten sonra onun karargahı haline gelmiştir. 1256 yılında, Bağdat'ın işgaline giden Cengiz Han'ın torunu ve Müslümanlığa karşı düşmanlığıyla tanınan Hülagü Han (1218-1265) komutasındaki Moğol ordusu tarafından Haşhaşileri yok etmek amacıyla ele geçirilmiş, kalede bulunan neredeyse tüm Haşhaşiler öldürülmüştür. Kalede taş üstünde taş bırakılmamış ve de rivayete göre içinde otuz bine yakın el yazması bulunan ünlü kütüphanesi de yakılıp yok edilmiştir. Neyse ki, Hülagü ile birlikte Alamut’a gelen 30 yaşındaki Cuveyni adlı bir tarihçi, buradan bir kaç kitap kurtarmayı başarmıştı. Bunlar arasında Sergüzeşt-i Seyyidna adlı bir kitap vardı. Bu kitap iddiaya göre Hasan Sabbah’ın biyografisiydi. Bugün içindeki pek çok bilginin yanlış olduğu anlaşılan bu biyografiden yararlanarak Hasan Sabbah hakkında bir kitap yazan Cuveyni de ne ‘saklı cennet ve huriler’, ne ‘haşhaş’ ne de ‘fedai’ lafı etmişti.

 

Kalenin tarihinden bahsettikten sonra şimdi de kalenin Sabbah tarafından nasıl ele geçirildiğinden anlatalım. Bu ulaşımı bir hayli zor ve zahmetli kaleyi Hasan Sabbah hangi kanlı savaştan ve ne kadar can kaybı vererek ele geçirdi? Bu konuda, incelediğimiz kitaplarda maalesef teferruatlı sağlam bilgilere ulaşamadık. Çoğunda birbirinden farklı hikayeler anlatmıştı, ama derler ya doğruyu bulmak için yılmadan araştır.. Biz de öyle yaptık ve Alamut Kalesi'nin Sabbah tarafından alınmasının hikayesine hem de ilk ağızdan (!) anlatılmış haline ulaştık.


 

Hasan Sabbah'ın buraya vardığı sırada kale onu Selçuklu sultanından almış olan Alevi Mehdi adındaki bir hükümdarın elindeydi. Önce bölgeye dailerini yollayan Hasan, bölge halkını ve Alamut'ta yaşayanları kendi tarafına çekmeyi başardı.

Hasan Sabbah bu olayları şöyle anlatmaktadır:

 

"Ve sonra Kazvin'den Alamut'a bir dai gönderdim. Alamut insanlarından bazıları dainin telkinlerine uyup mezhep değiştirdiler ve Alevileri de buna teşvik ettiler. Dai yenilgiye uğramış gibi göründü, ancak bir yolunu bulup dönmelerin tümünü kale dışına çıkardı ve bütün kapıları kapatarak kalenin sultanın malı olduğunu ilan etti. Uzun münakaşalardan sonra onları yeniden içeri aldı ve insanlar da daha kötüsüyle karşılaşmamak için onun himayesi altına girdiler.”

 

Bundan sonra Sabbah 4 Eylül 1090 günü gizlice kaleye alınmış, kalenin önceki sahibi elinden bir şey gelmediği için kaleyi terk etmiştir. İranlı tarihçilere göre Hasan Sabbah, Mehdi'ye üç bin altın dinar değerinde bir senet vermiştir. Böylece Hasan Sabbah, Haşhaşin tarikatını resmen kurmuştur.

 

Yani kale Zeydî Mehdi'ye üç bin altın Dinar ödenmek suretiyle teslim alındı. Ödeme İsmaili Davah hareketine gönül vermiş "Muzaffer Reis" ismindeki bir Selçuklu subayı tarafından gerçekleştirildi. Kalenin bu şekilde Mehdi'den alınması sırasında ise hiçbir vahşet, can kaybı gerçekleşmemiştir.

Hasan Sabbah, Alamut'a yerleştikten sonra 34 yıl boyunca buradan hiç ayrılmamıştır. Rivayetlere göre Alamut'taki kendi odasından bile sadece birkaç kez çıkmıştır.

 

 

MARCO POLO VE HASAN SABBAH

 

 

Pisalı Rustichello tarafından kaleme alınan Marko Polo’nun hatıratında, Hasan Sabbah ve Alamut’un şöyle bir betimlemesi yapılmıştı: “O (Büyük Üstad, Hasan Sabbah), bir vadiyi çevirtmis¸ ve onu, her çeşit meyve ile dolu, daha önce hiç görülmemiş çok geniş ve çok güzel bir bahçe haline getirtmişti. Onun içinde hayal edilebilen en zarif köşkler ve saraylar inşa edilmişti... Ve orada serbestçe şarap, süt, bal ve su akan oluklar vardı. Müzik aletlerinin her çeşidini iyi çalabilen, çok güzel şarkı söyleyen ve seyredenleri büyüleyecek bir şekilde dans eden, çok sayıda, dünyanın en güzel kadın ve cariyeleri vardı.... Ve bu bölgelerin Müslümanları oranın Cennet olduğuna inandılar!...”
 


Marko Polo bundan sonra, Hasan Sabbah’ın fedaileri nasıl eğittiğini, nasıl haşhaş içirerek kontrolü altına aldığını, nasıl ölüme gönderdiğini anlatır. Bu hikayelerin rivayetlere dayandığı anlaşılıyor çünkü çünkü Marko Polo bölgeden 1271-1275 yılları arasında geçtiğinde 20 yaşlarındaydı ve Alamut Kalesi’ne gitmemişti. Marko Polo anılarını ömrünün son yirmi yılında gözden geçirdiğini biliyoruz ama o tarihlerde artık Avrupa’da ciddi bir Nizari-İsmaili-Haşhaşi edebiyatı oluştuğu için, muhtemelen bu uydurma bilgileri anılarından çıkarmaya gerek duymadı.
 


Marko Polo’nun ünlü ettiği ‘Assasin’ (Haşhaşin) terimi, ünlü İtalyan ozan ve siyasetçi Dante Alighieri (1265-1321) tarafından, 1300-1305 yılları arasında yazılan İlahi Komedya’nın XIX. Şarkısı’nda boy gösterdi. Dante, Marko Polo geleneğini izleyerek, ‘assassin’ kavramını ‘kötülük’ kavramı ile birlikte ele alıyordu. Bu tarihten itibaren ‘assassin’ kelimesi Batı dillerinde ‘suikastçı’ veya ‘cani’ anlamına kullanılmaya başladı.

 

Devam edelim.. Sabbah Alamut Kalesi'ne yerleştikten sonra kaleyi ele geçirilemez ve kuşatmalara uzun süre dayanacak şekilde tahkim ettirdi ve yiyeceklerin aylarca bozulmaması için büyük depolar yaptırdı. Artık Alamut askeri ve idari bir merkez olmuştur. Halife Müstansır'ın ölümünün ardından yerine Sabbah'ın muhalif olduğu diğer oğlu Müsta'li-Billah geçti. Sabbah bu durumu kabul etmeyerek rakibi Nizar'ı destekledi ve adına hutbe okuttu. İsmaililer'in Müstaliyye ve Nizariyye olarak ikiye ayrılmasıyla, Sabbah Alamut'ta Nizariler'in lideri konumuna geldi ve Fatımîler'le ilişkilerini bütünüyle kesti.


 

Nizariler'i Fatımîler'den ayıran en önemli fark, Nizariler'e düşman olanların fedailer tarafından öldürülmesinin dini bir vazife olarak kabul edilmesidir. Müritlerinin eğitim almasını yasaklanarak cahil kalmaları sağlanmıştır. Onların eğitim almasına gerek yoktu, çünkü Allah'ı tanımak akıl ve fikirle değil masum imamın, liderin yol göstermesiyle mümkündür. Ayrıca Sabbah müritlerine cenneti vadettiği ve cennetteki mutluluğu dünyada hissetmeleri için onlara esrar içirdiği varsayılmaktaydı. Bu şekilde bu insanlar emirleri koşulsuz yerine getiren korkunç, acımasız, korkusuz fedailere dönüşüyorlardı.


 

Alamut'u alan ve İsmailli müridlerini acımasız birer fedaiye dönüştüren yeni bir sistem uygulayan Sabbah, Abbasi hilafeti ile Selçuklu yönetimini devirmek için girişimlerine başladı. Sabbah, örgüt üyelerine "Assassins" adını verdi. Arapça'da "Bekçiler" yada "Sır Bekçileri" anlamına gelen bu kelime daha sonra, Sünni Müslümanlar tarafından "Haşhaş içenler" manasına "Haşhaşiler" olarak saptırılmaya çalışıldı. Fedailerin Sünni yöneticilere karşı giriştikleri suikastlar nedeniyle aynı kelime batı dillerine "Suikastçı" anlamında girdi. Hasan Sabbah'ın fedaileri insanlara korku salmak için suikastlerini camiler, medreseler gibi halka açık yerlerde gerçekleştiriyorlardı. Bunun için fedailer bazen derviş kılığında, bazen tüccar kılığında, bazense öğrenci gibi insanların arasına karışıyorlardı ve eylemlerini genellikle hançerlerle yapıyorlardı. Sünni kaynaklara göre bu suikastçılar, kuşakla bağlı beyaz bir giysi, kırmızı çizme ve kırmızı başlık giyerler, hançeri kurbanın göğsüne ne zaman ve nerede saplayacakları konusunda sıkı bir eğitimden geçirilirlerdi. Bazen de zehirli ok veya mızrak kullanırlardı. Ama hangi yöntem olursa olsun, kurban ölümden kurtulamazdı.


Bu arada, 1182-84 arasının olaylarını kaydeden Haçlı kronikçisi Tyre’li William’ın “Hem bizim adamlar, hem Araplar onlara (Nizarileri kastediyor) ‘Assasini’ derler ama bu kelimenin nereden geldiği bilinmez” diye yazdığını hatırlatalım. Yani bugün kullanılan ‘Haşhaşi’ teriminin Batı dillerindeki karşılığı sayılan bu kelime o tarihlerde biliniyordu ama ‘haşhaş’ ile arasında bir bağı olaylara birinci elden tanık olan biri bile kurmamıştı. Nitekim o yıllarda Arapça sözlüklerde bu kelime yer almıyordu. Muhtemelen halkın arasında kullanılanıyordu. Modern sözlüklerde yer alan ‘haşhişa’ ise, kafaya giyilen bir çeşit başlığın adı. Belki de, Suriye’de kendi kalelerinde yaşayan Nizariler ayırdedici bir başlık giyiyorlardı. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi bazı kaynaklarda fedailerin özel bir giysisi olduğuna dair ifadeler bulunuyordu.


Hasan Sabbah’ın adamlarının, 1192 yılında Kudüs’ün kağıt üzerindeki kralı Montferrat’lı Konrad’ı öldürmesi Haçlılar arasında ‘fidai’ (bugünkü ‘fedai’) teriminin dolaşmaya başlamısına neden oldu. Fida’i, para karşılığında hayatını feda eden’ anlamına geliyordu Haçlılar için. Fedaileri ilk kez ‘Haşhaşin’ (Haşhaşi’nin çoğulu) diye adlandıran da Haçlılardı. Büyük ihtimalle Franklar bu kadar çılgınca işlerin ancak uyuşturucu alınarak (haşhaş’ın sütü olan afyon çekilerek) yapılabileceği gibi bir inanca kapılmışlardı. Halbuki gerçekte haşhaş-afyon alan birinin uyanık kalması bile zordu. Belki de yukarıda anlattığım özel giysiden dolayı böyle demişlerdi. Ama bunu henüz tam olarak bilemiyoruz.


Ancak bu terminolojinin bu tarihten sonra da Sünni Arap yazarlar tarafından kullanılmadığını belirtelim. Örneğin Sünni Arap yazarı İbn Athir’e (ö.1233) göre Hasan Sabbah İsmaililerin lideriydi. Yazar, İran’dan gelen suikastçıları (ki bunlarla Hasan Sabbah arasında ilişki kurup kurmadığı belli olmuyor) ‘Batıni’ diye adlandırıyordu fakat Haşhaşi veya fedai terimini (aynı şekilde Sünnilerin ‘sapkın’lar için kullandıkları ‘Melahide’ terimini) kullanmıyordu. Halep şehrinin tarihçisi Kemaleddin (Ö.1262) de bu geleneği devam ettirecekti.


Sabbah'ın sır bekçileri, yeniden doğuş inancı ile, sınırsız itaat koşuluyla yetiştirilmiş birer fedai idiler. Bu nedenle örgütün bir diğer adı da "Fedayiin" oldu. Dönemin Selçuklu Sultanı Melikşah'ın elçisinin gözünü korkutmak için seçilmiş birkaç fedainin kendilerini kale burçlarından aşağı atmaları, ayrıca fedailerin yöneticilere karşı hayatları pahasına giriştikleri suikast eylemleri o günün coğrafyasında büyük yankılar uyandırdıracaktır.


 

Selçuklu yönetimi Hasan Sabbah'ı ve örgütünü yasadışı ilan etti ve Sabbah'ın şehirlerdeki yandaşlarını temizledi. Sabbah'ın en önde gelen düşmanı Vezir Nizamülmülk komutasında büyük bir Selçuklu ordusu Alamut kalesini kuşattıysa da, Nizamülmülk'ün çadırında Sabbah'ın en gözde fedaisi Ebu Tahir tarafından zehirli hançerle öldürülmesi, bu arada da Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Sultan Melikşah veya tam unvanıyla Ebü’l-Feth Celâlü’d-devle ve’d-dîn Muizzü’d-dünyâ ve’d-dîn Kasîmü emîri’l-mü’minîn Melikşâh b. Alparslan'ın (1055-1092) ölmesi nedeniyle kuşatma kaldırıldı.


 

Hasan Sabbah döneminin en ilginç olaylarından biri de büyük Farslı Moğol tarihçi Alaeddin Ata Melik Cüveyni'nin (1226-1283) aktardığı olaydır. Kendisinin aktardığına göre Muhammed Tapar'ın ölümünden sonra tahta geçen Sencer'e barış elçileri gönderen Hasan Sabbah, tekliflerin kabul edilmemesi nedeniyle saraydan birilerini yanına çekerek Sultanın başucuna bir hançer saplanmasını sağlamıştır. Uyandığında hançeri görerek büyük paniğe kapılan Sultan olayı gizli tutmaya çalışsa da olayın hemen ardından bir elçiyle gelen mesajda Hasan Sabbah “Ben istemezmiydim ki o hançer sert taşa değil de senin yumuşacık göğsüne saplansın. Bizimle uğraşmaktan vazgeç” demiştir. Bu olaydan sonra İsmaililer Sencer (veya Sancar veya Sungur) döneminde oldukça rahatlamışlardır.


 

Bu hikayeyi de naklettikten sonra ana konumuza devam edelim.

Melikşah'ın ölümü sonrası oluşan karışıklığı iyi değerlendiren Sabbah, İsmailliği tüm İran'da, Suriye'de ve başta Horasan olmak üzere tüm Türk ellerinde yaydı. İsmaillilik, 1124'de Hasan Sabbah ölene kadar gücünün doruklarında varlığını sürdürdü. Sabbah'ın ölümünü fırsat bilen Vezir Kaşani, nerede görülürse görülsün tüm Batıni inançlıların öldürülmelerini emretti. Binlerce İsmailli kılıçtan geçirildi. Ancak İsmaillilerin intikamı da büyük oldu ve başta Vezir Kaşani olmak üzere yüzlerce Sünni lider, fedailer tarafından öldürüldü. Fedailerin, tam yok oldukları zannedildiği sırada gerçekleştirdikleri bu eylemler yüzünden Selçuklu sultanı Ahmet Sancar (veya Sencer) 1085-1157, İsmailliler ile barış istemek zorunda kaldı. Böylece Batınililik bir mezhep olarak resmen tanındı ve Moğolların Alamut'u almalarına kadar da etkin bir güç olarak varlığını sürdürdü.


Hasan Sabbah ve Alamut Kalesi hakkında anlatılacak daha pek çok şey var. Ancak konunun bir başka yönünü de işlemek zorunda olduğumuzdan burada bir nokta koyuyoruz.

 

(I. Bölümün Sonu)

HASAN SABBAH
ALAMUT KALESİNİN KUŞATILMASI
ALAMUT KALİTESİ, HARİTADA
ALAMUT KALESİ, GÜNÜMÜZDE
NİZAMÜLMÜLK
ASSASSIN
HÜLAGÜ HAN
MARCO POLO
DANTE ALIGHIERI
İLAHİ KOMEDYA
İLAHİ KOMEDYA I
İLAHİ KOMEDYA II
  • YORUMLAR (0)
  • YORUM YAP
    • İlk yorumu sen yap.
  • Ad Soyad E-mail Adres Yorum