SİTEDE ARA

KONSTANTINOPOLIS'İN FETHİ....
08 Ekim 2020

Yazımızın başlığı sizi şaşırtmasın. MS. 330’dan başlayarak Roma Dönemi (330-395), Geç Roma Dönemi (395-1204), Latin İmparatorluğu Dönemi (1204-1261) ve Bizans İmparatorluğu Dönemi (1261-1453) süresince yani 1123 yıl, bu tarihi şehrin adı I. Konstantin’in şehri yani Konstantinopolis’tir.


Bu güzel belde, II. Mehmed’in 1453'de bu şehri fethinden sonra Konstantaniyye (Konstantin'in Şehri), Dersaadet (mutluluk kapısı, mutluluk şehri), Stanpolis (Rumlar costantinopolis'e stanpolis -okunuşu istanpolis- derlerdi. Anlamı tek şehir, şehre doğru), Asitane (Payitaht) , Darülhilafe (XIX yy.da kullanıldı, Hilafet Merkezi) ve Makarrı Saltanat (Saltanat Merkezi) gibi değişik adlarla anılmıştır. II. Mehmed de yine bu fetih sonrası artık Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye'nin Fatih Sultan Mehmet Hanolacaktır. (1432-1481)

 

1762 yılına geldiğimizde de 1717-1774 yılları arasında yaşamış Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye'nin 26. Padişahı Sultan III. Mustafa'nın, Konstantaniyye yerine hattı hümayunlarında (Osmanlı padişahlarının önemli konularda bizzat yazdıkları ya da notlar düştükleri fermanlara verilen ad) özellikle “İslam Şehri” anlamına gelen İslambol'u kullandığını görüyoruz. Halkın tamamının olmasa da Saray'ın, en azından o dönemde kullanacağı isimdir bu. Yani, 1453 yılında II. Mehmed'in fethettiği şehrin adı İstanbul değil Konstantinopolis'tir.

 

(Araştırmalarımızda “İstanbul” kelimesinin kökeni olan “Stinpolis”in Rumca “Şehre Doğru” kelimesinin bozulmuş hali olduğunu sonucuna vardık. O dönemlerde “Şehir” denilince akla, surun içindeki İstanbul geliyor. Bize göre İstanbul'un adının nereden geldiğinden ziyade İstanbul'un neresi olduğu daha önemli. Nedenine gelince döneme ait belgeleri incelediğimizde, surun içindeki bölümün dışında kalan yerlere İstanbul denilmediğini saptadık. İstanbul demek surların içindeki şehir, suriçi demek. Yani, Eyüp semtini surların dışında yer aldığından İstanbul'dan ayırıyor, “Karşı” denildiği zaman akla asla Kadıköy değil, Haliç'in öteki yanı Galata geliyor. Karşıya geçmek denildiği zaman Karaköy'den Galata'ya, Galata'dan ise Kuledibi'ne gitmek anlaşılıyor. Taksim daha yok, ha bir de Üsküdar var. Bunun dışında da mevsimlik olarak kullanılan Adalar ve Boğaziçi'ndeki köyler var. Yani Boğaziçi, İstanbul sayılmıyor. Halk içinde Şeher (şehir) sur içi demek. Vatandaş “İstanbul'a gideceğim” dediği zaman surun içini kastederdi. Kadıköy'de yaşayan birisi Bugün İstanbul'a gideceğim”, Taksim'deki vatandaş ise “Bugün İstanbul'a ineceğim” derdi. Bu uygulama veya gelenek/alışkanlığın şehrin ismi zamanla değişikliklere uğrasa da, Bizans döneminden bu yana aynı olduğunu hususu da tespitlerimiz arasında.. A.C.)


Osmanlı İmparatorluğu'nun sonlarına doğru İstanbul dışındaki adlar kullanımdan kalkmıştır. Ancak diğer dillerde Konstantinopolis ismi devam etmiş, kent Osmanlı Türkçesinde yukarıda verdiğimiz çeşitli isimlerle anılırken, 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı "Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun"un kabul edilmesi (Harf Devrimi) Latin harfleriyle yazıldığında Konstantinopolis kullanılmıştır. Türkçede Latin harflerine geçiş sonrasında Türk Devleti diğer ülkelerden kentin Türkçe adını kullanmalarını talep etmeye başlamış, zamanla dünya genelinde İstanbul adı yaygınlaşmıştır.


Özetle araştırmalarımız ve yukarıda verdiğimiz ayrıntılı bilgiler ışığında, 1453 yani Fetih yılında bu kadim şehrin ismi Konstantinopolis'tir. Şehir, Osmanlı egemenliğine geçtiği andan başlayarak İstanbul hariç yukarıda verdiğimiz çeşitli isimlerle anılmıştır. Bu şehrin İstanbul olarak anılması için 1930 yılına kadar beklenmesi gerekmektedir. Ulu Önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar İstanbul’un adı, “Konstantiniyye” idi. Atatürk son tarih olarak 28 Mart 1930’u verdi ve bu tarihten sonra yurt dışından gelecek mektuplarda şehrin adı olarak Konstantiniyye yazılması durumunda mektupların iade edileceğini bildirdi. Batı dünyası ayağa kalkmıştı. Bu kararıyla Kemal Atatürk; Batı, özellikle de Rum Hıristiyanlığının hedefindeki bir şehir olan İstanbul’u öz adına kavuşturmuş oldu.  Bunun nasıl olduğunu gelin yabancı bir kaynaktan öğrenelim: 1932-33’te ABD’nin Ankara Büyükelçisi olan Charles H. Sherrill'in Gazi Mustafa Kemal’i ve yeni Cumhuriyeti anlattığı eserinin giriş başlığı çok çarpıcıdır: “Costantinople değil İstanbul” Büyükelçi Sherrill burada İstanbul’u anlatırken diyor ki: “Biz yabancılar, bu kadim şehir için Costantinople adını kullanmaya o kadar dilimizi alıştırmışız ki şimdi “İstanbul” demekte hayli güçlük çekeriz. Ama 1929 yılının ocak ayından beri bu şehrin resmi adı artık İstanbul’dur ve Costantinople yazılarak gönderilecek mektupların Türk posta idarecileri tarafından geri gönderilmesi ihtimali her zaman vardır… 3 Ocak 1929’da Türkiye’nin posta telgraf ve telefon genel müdürü, merkezi İsviçre’nin Bern şahrinde bulunan Uluslararası Posta, Telgraf ve Telefon Teşkilatı’na bir mektup yazarak bundan sonra “Constantinople” yerine “İstanbul” adının kullanılması gerektiğini resmen bildirmiştir.” (Bakınız: Bir Elçiden GAZİ MUSTAFA KEMAL, Tercüman Yay. S.24)

 

Eğer gerçek, yalın TARİH'ten bahsediyorsak, tarihi bir konu üzerine fikir ve/veya bilgi alışverişi yapıyorsak; geçmiş zamanlarda yaşanmış, tarihe mal olmuş, bir anlamda bizzat tarih olmuş olaylara ilişkin tüm bilgilerin, olayların vuku bulduğu dönemin şartları göz önüne alınarak, mümkün olduğunca nesnel bir şekilde sunmak zorundayız. Tarih/geçmiş, her alanın geçmişini inceleyebilecek kadar geniş bir disiplindir. Bu disiplini istediğimiz gibi, işimize geldiğince eğip bükemeyiz. Böyle davrandığımız taktirde Tarih tarih olmaktan çıkar, yerini Masal'a bırakır.

 

İngiliz tarihçi, öğretim görevlisi ve yazar Edward Carr'ın (1892-1982) tanımıyla tarih, "Doğrulanmış olgular kümesi"nden başka bir şey değildir. Antik Yunan tarihçisi ve Atinalı general Thukydides (Tukudides, MÖ.472-400) ilk kez tarih biliminin sosyal bilimler içindeki yerini belirlemiştir. Bu tespitteki amaç, faydalı olmak, tarih yoluyla tecrübeyi arttırıp bilgiyi çoğaltarak geliştirmek ve insanı başarılı kılmaktır. Bunun şartları ise: Gerçeğe tamamen sadık kalmak ve olay ve durumları anlatırken, aralarındaki ilişkiyi ortaya koymaktır.

 

Geçmişi öğrenerek, bu bilgilere dayanarak şu anki durum ve gelecek hakkında hüküm vermek ancak bu şekilde mümkün olabilir. Yukarıdaki şartlara uygun olarak Tarih Yazıcılığı, Thukydides’ten sonra diğer eski Yunan ve Roma tarihçilerince de benimsenmiş, Helenistik dönemi ayrıntılarla ele alan antik Yunan tarihçi Polybios (MÖ.203-120),Yunan tarihçi, biyografi ve deneme yazarı Mestrius Plutarchus (MS.46-120), MS 56-120 yılları arasında Roma'da yaşamış hatip, avukat, senatör ve tarihçi Gaius Cornelius Tacitius, İtalyan Rönesans hareketinin en önemli figürlerinden tarih ve politika biliminin kurucusu sayılan Floransalı düşünür, devlet adamı, askerî stratejist, şair ve oyun yazarı Niccolò di Bernardo dei Machiavelli (1469-1527) gibi yazarlar onun izinden gitmişlerdir.

 

Son olarak şunu da belirtmeliyiz ki, eğer TARİH bir bilim dalı, bir disiplin ise, nasıl matemetik,fizik, kimya vs. gibi başka disiplinlerle isteğimiz gibi değişiklikler yapamıyorsak, oynayamıyorsak tarihi de olduğu gibi değerlendirmeliyiz. Eğer aksini yaparsak, günümüz Y ve Z kuşaklarının sorduğu, “Eğer Fatih 1453 yılında İstanbul'u fethettiyse, İstanbul'da(!) yaşayan halka neden Bizanslılar diyoruz ve neden hiçbirinin ismi Osmanlı/Türk ismi değil? Neden bu fethi surların içinde yaşayanlarca tutulan günlüklerde, bu kadim kentin Osmanlılar tarafından fethi konusu anlatılırken İstanbul yerine Konstantinopolis deniyor?" gibi sorulara cevap vermekte zorlanırız.

Gerçi bu güzel şehrin “kolaycılıktan” çektiğini de hiçbir kadim kent çekmemiştir. Fetih öncesini anlatan kitaplarımızda, hatta resmi tarih kitaplarımızda bile Konstantinopolis adını özellikle yok sayarız. Belki tarih üzerine anlattıklarımızın gençlerimizce daha kolayca anlaşılabilmesi için bu yol seçilmiştir ancak, en azından o yerin, beldenin, şehrin eski ve günümüzdeki isimlerini birlikte vermeliyiz. Konstantinopolis (İstanbul) gibi. Tarih kitaplarımıza bir göz attığımızda şu bilgiyle karşılaşıyoruz.


İSTANBUL KUŞATMASI - 1391

 

Sebep: Yıldırım Bayezid (1354-1403), Bizans imparatoru Manuel’den İstanbul’da bir Türk mahallesi kurulmasını, bir cami yapılmasını ve Osmanlılara ödenen verginin arttırılmasını istedi, İmparator bu istekleri kabul etmeyince de İstanbul’u kuşattı.

Sonuç: Kuşatmayı kaldırmak isteyen İmparator, Yıldırım Bayezid’in isteklerini kabul edince kuşatma kaldırıldı.

Önemi: Osmanlıların ilk İstanbul kuşatmasıdır.  (İstanbul 17 kere Yunanlılar, Romalılar ve Latinler, 7 defa Araplar ve 5 defa da Osmanlılar tarafından kuşatıldı. Kuşatmaları yapan Osmanlı padişahları: 1. ve 2. kuşatma: Yıldırım Bayezid, 3. kuşatma: Musa Çelebi, 4. kuşatma: II.Murat, 5. kuşatma: Fatih Sultan Mehmet)


Anlatı yanlış mı? Hayır doğru. Ama eksik. Eksik çünkü Osmanlı İmparatorluğunca yapılan bu ilk kuşatmada, kent Bizans İmparatorluğu Dönemi'ni (1261-1453) yaşıyordu ve İstanbul diye bir isim o tarihlerde söz konusu bile değildi. Doğru başlık şöyle olmalıdır.  İSTANBUL (Konstantinopolis) KUŞATMASI – 1391..

 

Devam edelim.. Eğer “tarihi”; efsaneler, rivayetler, kahramanlık destanları olarak değil de, gerçek, yansız, yalın, gerçek bir tarih bilimi olarak ele alacaksak, 1453 yılında fethedilen bu kentin, Osmanlı İmparatorluğu ve İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918 akşamı Limni adasının Mondros Limanı'nda demirli Yunan Agamemnon zırhlısında, Osmanlı İmparatorluğu adına savaşın kaybedilmesinden sonra kurulan Ahmet İzzet Paşa kabinesinde Bahriye Nazırlığı görevine getirilen Rauf Bey (Hüseyin Rauf Orbay, 1881-1964) tarafından imzalanan Mondros Mütarekesi sonucunda elden çıktığını ve Birleşik Krallık, İtalya, Fransa ve Yunanistan’ın oluşturduğu İtilaf Devletlerince işgal edildiğinden de bahsetmemiz gerekir. Öyle ya 1453 yılından beri Osmanlı Bayrağı dalgalanan bu İmparatorluk başkentinde artık işgalcilerin, düşmanların bayrakları asılıydı. Bu kentin asırlarca efendisi olan Osmanlı tebası da artık ikinci sınıf vatandaştı, hür değildi.


Ateşkesi takip eden günlerde İttihat ve Terakki Fırkası kendini lağvetti ve kahraman(!) Enver, Talat ve Cemal Paşalar bu mütarekenin getireceği karanlık, işgal günleriyle mücadele etmek yerine, düşman çizmesi altındaki koca İmparatorluğun çilekeş, gerçek kahraman halkını kaderiyle baş başa bırakıp yurt dışına kaçtılar.

 

KAÇIŞ'IN HİKAYESİ


Osmanlı İmparatorluğu'nu I. Dünya Savaşı'na sokan ve yenilginin baş sorumlusu olarak görülen Enver, Talat ve Cemal Paşaların İstanbul'dan nasıl kaçtıkları hala bazı kesimlerde tartışma konusudur.

İmparatorluğun yenilgisini belgeleyen 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi'nden kısa bir süre sonra ortadan kaybolan İttihat ve Terakki Partisi liderlerinin, İstanbul'dan ne zaman ve nasıl kaçtıkları şimdiye kadar politik veya apolitik kesimlerce farklı biçimlerde açıklanmıştır. Çeşitli yayınlarda bu konuda anlatılan değişik kaçış öyküleri akılları bulandırmak, bu kaçışı sulandırmak amacıyla malum kişilerce kaleme alınmış, herhangi bir belgeye dayanmayan, tamamen masa başında uydurulmuş, gerçeklerden uzak, tipik taraflı masallardı. Biz; ülke böylesine sıkıntılı ve işgal edilmiş bir ahvaldayken, vatanı kendi ihtirasları uğruna I. Dünya Savaşı'na sokan ve savaş kaybedilince de ilk fırsatta ülkeden kaçan bu kişilerin ihanetlerini sağlam bir zemine oturtmak için uzunca bir süredir araştırma içindeydik.


Nihayet bu kahramanlar(!) ve dokuz üst düzey İttihatçı'nın ülkeden kaçışlarını bizzat organize eden Alman Deniz Kurmay Yüzbaşı Hermann Baltzer'in, bu konuyu ele alan hatıratına ulaştık. 1888-1967 yılları arasında yaşayan yüzbaşının1933'de “Orientrundschau” adlı dergide yayımlanan açıklamaları bu konuya tamamen açıklık getirmekte. Yüzbaşı Baltzer'in paşaları 1 Kasım 1918 gecesi İstanbul'un çeşitli köşelerinden toplayıp, Tarabya'da demirli Alman torpido gemisine nasıl götürdüğünü ve oradan Sivastopol'a nasıl yolcu ettiğini anlatan yazısı yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kasım 1933 tarihli "Orientrundschau" adlı dergide "Talat, Enver ve Cemal Paşa'nın Romantik Sonları... 1 Kasım 1918'den bir anı" başlığı altında yayınlanmış.

İşgal altındaki İstanbul'dan üç paşa ve arkadaşlarını kaçıran Baltzer, bu olaydan sonra İstanbul'da 8 ay daha kalmış ve bu sürede sürekli İngiliz ve Fransız işgal güçlerinden subayların sık sık "Paşaların ne zaman ve nasıl yurtdışına çıktıkları" yolunda sorularıyla karşılaşmış. Baltzer olayı 1933'te anlatmasına rağmen, Türkiye'de halen bu konuda farklı açıklamalar bulunuyor ve tarih kitaplarında paşaların, örneğin bir Alman denizaltısıyla İstanbul'dan kaçırıldıkları vd. ileri sürülüyor. 

I. Dünya Savaşının yenilgiyle sonuçlanmasının ardından iktidardan düşürülen İttihatçı liderlerle ilgili olarak İstanbul'da "Galata Köprüsü üzerindeki fener direklerine asılacakları" yolundaki söylentilerin ortalığı kapladığı sırada, İstanbul'daki Alman Akdeniz Filosu Karargahı'nda paşaların kaçırılmasına karar verildiğini belirterek yazısına başlayan Yüzbaşı Baltzer, yakın tarihimizin bu ilginç dönüm noktasına tanıklığını aşama aşama anlatıyor.

1 Kasım 1918'de, İstanbul'da Alman Akdeniz Filosu Karargahı'nda Türkiye'nin 1914 yılında bizim yanımızda savaşa girmesini borçlu olduğumuz bu eski bakanlara nasıl bir yardımda bulunabileceğimiz konuşuldu. Bunun üzerine karargahın en genç kurmay subayı olarak ben paşaların kaçırılması planını gerçekleştirmeye aday oldum."

Kaçırma operasyonuna akşam saat 21.00 sularında başladığını anlatan yüzbaşı, askeri demiryollarına ait bir motorla Eminönü'nden denize açıldıklarını, önce Moda iskelesinde, parolayı sorduklarında "Enver" yanıtını aldıktan sonra Talat Paşa, eski İstanbul Valisi Bedri Bey ve beş kişi aldıklarını, ardından Arnavutköy'den yanında birkaç kişiyle birlikte Enver Paşa'yı, son olarak da Boyacıköy'den Cemal Paşa'yı alarak, Tarabya koyu açıklarındaki torpidoya götürdüklerini ayrıntılarıyla açıklıyor.

Tüm yolcuların ellerinde küçük birer valizle geldiklerini, motora biner binmez feslerini çıkarıp, birer şapka taktıklarını yazan Yzb. Baltzer, konuklarını eskiden Rusların Karadeniz Filosu'na ait olan ve birkaç haftadır Alman bayrağı altında görev yapan R-1 torpidosunun "geniş ve ferah kaptan kamarası"na bıraktıktan sonra, Tarabya'da oturan askeri rahibin evinde kalan geminin kaptanı Yüzbaşı Alfred Kagerah'ı çağırmaya gittiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “Şimdi Almanya'nın başpiskoposu olan Rahip Müller bu gece yarısı ziyareti karşısında epey şaşırdı. Biraz sonra kaptanı gemisine götürdüm ve Türk konuklarımızı mümkün olduğunca hızla Sivastopol'a götürüp, karaya çıkarma emrini ilettim".

Paşalarla vedalaşmasını "Geminin kaptan kamarasındaki yuvarlak masa etrafında toplanmış, sessizce oturan Türk konuklarımızın ellerini sıktım. Bu kişiler kendilerini belirsiz bir geleceğin beklediğini biliyorlardı. Fakat bir zamanlar Türkiye'nin en güçlü üç kişisinin sonunun, bir kaç yıl sonra yabancı diyarlarda feci bir şekilde olacağını kimse bilemezdi" sözleriyle anlatan yüzbaşı, geminin 2 Kasım 1918'de gönderdiği telsiz mesajında Türk karasularını terk ettiklerini ve açık denizde olduğunu bildirdiğini belirtiyor.

Yüzbaşı Baltzer'in ünlü paşalara ilişkin anıları burada sona eriyor. Evet anılar burada bitiyor bitmesine de sonra ne oldu, nasıl Sivastopol'a vardılar? Bu soruyu cevaplandırmak ve kafamızdaki sisleri dağıtmak üzere araştırmalarımızı sürdürdük. Ve de amacımıza kolay olmasa da ulaştık. Devam edelim..


R-1 Torpidosunun 3 Kasım'da Sivastopol'a ulaştığı ve taşıdığı yolcularının buradaki maceralarını da, bu limanda Ruslarla Almanlar arasında imzalanan barış anlaşmasından sonra deniz trafiğini denetlemek amacıyla görevli komisyonun başkanlığını yapan Alman Amiral Albert Hopman'ın (1865-1942) anılarını yazdığı kitapta bulduk.


Anılarında torpidonun 3 Kasım sabah 08.00'de Sivastopol Limanı'na girdiğini anlatan Amiral, geminin kaptanının (Yzb. Alfred Kagerah) karargahına gelerek, paşaların yanında olduğunu ve en kısa sürede Almanya'ya gitmek istediklerini kaydediyor."Gidip eski dostların ellerini sıkmak istedim, fakat gizlilik gereği bundan vazgeçtim"diyen Amiral Hopman, siyah gözlük takmış ve kılık değiştirmiş olan Enver Paşa'yla karargahının bulunduğu otelde karşılaştığını, ancak tanımamış gibi yaptığını anlatıyor. Amiral'in anılarına göre Enver Paşa, burada Almanlardan Kafkasya'ya gidebilmek için araç istediğini, olumsuz yanıt alınca da bir Tatar yelkenlisiyle Karadeniz'e açıldığını ve maceralı bir yolculuk sonunda hedefine ulaştığını açıklıyor. Bilindiği gibi Sıvastopol'da 3 Kasım'da ulaşan kaçak paşalar, terk ettikleri ülkeyi bir daha göremediler. Enver'den burada ayrılan Talat ve Cemal paşalarla, arkadaşları Almanya'ya gittiler. Talat Paşa 1921'de Berlin'de ve Cemal Paşa 1922'de Tiflis'te Ermenilerce, Enver Paşa da 1922'de Ruslarla girdiği bir çatışmada öldürüldüler.


1453 yılında fetihten sonra, kent Osmanlı İmparatorluğu'nun dördüncü başkenti ilan edildi ve çöküşe kadar Kostantiniyye İmparatorluk başkentinin resmî adı olarak kullanıldı.

Örneğin Osmanlı İmparatorluğu ve mahkemeleri, başkent Kostantiniyye'de yayımlanan resmî belgelerin kaynağını belirtmek için, "be-Makam-ı Darü's-Saltanat-ı Kostantiniyyetü'l-Mahrusâtü'l-Mahmiyye" gibi başlıklar kullanılırdı.


Merak edenler için bu açıklamayı yaptıktan sonra kaldığımız yerden anlatmaya devam ediyoruz.

6 Kasım 1918’de Boğazlar silahsızlandırıldı, 7 Kasım’da 61 harp gemisinden oluşan İtilaf Devletleri Donanması Çanakkale Boğazı’ndan geçerek,13 Kasım 1918 günü İstanbul önlerine demir attı. 11 harp gemisi ile bir Yunan zırhlısının da katılmasıyla, İstanbul önlerinde demirleyen gemi sayısı 73 oldu. O gün İtilaf Devletleri Filosundan çoğu İngiliz 3626 asker karaya çıktı. Hiç vakit kaybetmiyorlardı, işgal resmen başlamıştı artık. İstanbul'da çeşitli resmî ve gayri-resmî binalara yerleştirildiler. Beyoğlu, Rumeli yakası İngilizler, İstanbul Fransızlar ve Anadolu yakası İtalyanların kontrolüne bırakılmıştı..İşgal komutanı Henry Maitland Wilson (1881-1964) Beyoğlu'ndaki İngiliz Kız Lisesi'nde, törenle karargâhını kurdu. İstanbul önlerinde demirleyen gemi sayısı 15 Kasım'da 167'ye yükselecektir. Osmanlı Başkentinde 167 gemilik koca bir düşman donanması.

 

Osmanlı Devleti sınırları içindeki Filistin-Suriye-Irak cephesini savunmak amacıyla 1917 yılında kurulan Yıldırım Ordular Grubu'nun Komutanı Mustafa Kemal Paşa (Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı gün, 8 gün sürecek olan Yıldırım Ordular Grup Komutanlığına atanmıştır), bu ordu lağvedilince işgal altındaki yaslı Osmanlı Başkentine hareket etti. Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı Devleti, Bulgaristan ve İtalya'nın oluşturduğu İttifak Devletleri (Çanakkale Zaferi'nden sonra savaşı Almanların kazanacağını düşünen Bulgaristan Krallığı da, bir yıl gecikmeli de olsa İttifak Devletleri'ne katılmıştır).

 

İttifak Devletleri I. Dünya Savaşı'nı kaybedince, Çanakkale hezimetinin acısını yüreklerinde taşıyan galip taraf İtilaf Devletleri, vakit yitirmeksizin - ki Mondros Mütarekesi'nin (30 Ekim 1918) ayı dolmadan - 13 Kasım 1918 günü donanmalarını Osmanlı Başkenti önlerine demirlediği sırada Mustafa Kemal Haydarpaşa Garı'na ulaştı. Boğaz'a demirli düşman savaş gemilerini gördüğünde, Türk tarihine altın harflerle geçen ünlü "Geldikleri gibi giderler" sözünü söyledi. İstanbul'da yaklaşık beş buçuk ay kaldı ve yakın arkadaşlarıyla görüşerek ülkenin kurtuluşuna yönelik faaliyetlerde bulundu. Evet, başkenti işgal altındaki 624 yıllık koca Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden yepyeni, pırıl pırıl, bugün gölgesinde gurur ve kıvançla yaşadığımız büyük ve ilelebet bağımsız yaşayacak Türkiye Cumhuriyeti, işte bu vatansever, kahraman, büyük Atatürk ve silah arkadaşları tarafından kurulacaktı.

 

Sadece İmparatorluk Başkenti İstanbul değil, Anadolu’nun İngiliz, İtalyan, Fransız, Yunan ve Ermeni birliklerince işgal edildiği ve Mondros Mütarekesiyle ağır koşulların dayatıldığı günlerde, Anadolu’da bir Milli Direniş Örgütü 1918 yılının 19 Aralık günü Fransızlara karşı Hatay Dörtyolda ilk isyanını başlatacaktı. İşte bu Milli Direniş Örgütü'nün adı Kuva-yi Milliye yani Milli Güçler, Milli Kuvvetler idi.

 

13 KASIM 1918 İŞGAL Mİ, ZİYARET(!)Mİ?

 

Başlık sizi şaşırtmasın, zira bize göre bu işgalin tanımında bile gerçeklerden uzaklaşıp, kolaya kaçmış tarih yazıcılarımız. 13 Kasım 1918’de Osmanlı Başkenti işgal edilmişti demiştik. Ancak bu tarih bugün bile bazı kişi ve çevrelerce “işgal olarak” sayılmıyor, hafife alınıyor ne hikmetse. Kullandıkları başlık şu.. "Osmanlı başkenti İstanbul, önce 13 Kasım 1918, sonra 16 Mart 1920'de olmak üzere iki kez işgal edildi."

 

Neresini düzeltelim, hangisini doğrulayalım bilemedik. 1918 yılında Osmanlı İmparatorluğu en azından kağıt üzerinde varlığını sürüdürüyordu ve Osmanlı İmparatorluğu'nun 36. ve son Sultanı ve 115. İslam Halifesi VI. Mehmet (Sultan Vahideddin) bile yazışmalarında "Pay-i Taht" demeyi yeğlemekteydi İmparatorluğun Başkenti için. 

 

Millî Mücadele ve Atatürk'e karşı gayet sert davranılması gerektiğini ileri süren İngiltere Başbakanı David Lloyd George (1863-1945) ve Dışişleri Bakanı Lord Curzon (George Nathaniel Curzon, 1859-1925),  tüm resmi yazışmalarında Anadolu'ya (Asia Minor), Gelibolu'ya (Gallipoli), Çanakkale Boğazı'na (Dardanelles), Konstantinopolis'e de (Başkent) demeyi yeğlemişlerdir. (Bkz. İstanbul’un işgali konusunda Müttefik Yüksek Komiserlerine uzun bir talimat hazırlandı. Lord Curzon tarafından 6 Mart’ta Amiral de Robeck’e gönderilen ve Yüksek Konsey’in kararı olarak belirtilen şu 4 maddenin ilki anlattıklarımızı desteklemesi açısından önemlidir: Bu kararda İstanbul yerine Osmanlı Başkenti deniyordu, Müttefik Kuvvetler tarafından derhal işgal edilecektir. Orijinal metindeki "Capital of ottoman Empire" -Osmanlı İmparatorluğunun Başkenti " terimi Türk Tarih Kurumu tarafından İstanbul olarak çevrildi, kolaya kaçılmıştı anlayacağınız.)

 

Bizce işgalle ilgili yapılan ikinci önemli hata, şehrin iki kez işgal edildiği sözüdür. Arapça kökenli bu kelimenin anlamı, bir yeri ele geçirme, sahiplenme. Zaten sizin işgal altında tuttuğunuz biryeri yeniden işgal etmenize gerek bulunmadığından, aynı yerin, aynı kişiler ve/veya kuvvetlerce işgal edilmesi hususu son derece saçma, anlamsız olup yalnızca bir kelime oyunundan başka birşey değildir. İşgal ettiğiniz bir yer elinizden çıkıp bağımsızlığına kavuştuğunda ve siz bir kez daha orayı ele geçirirseniz "yeniden işgal etmiş" olursunuz. Yoksa düşman, 13 Kasım 1918'de yüzü aşkın savaş gemisi, binlerce askeri, top tüfeğiyle gelip, önemli bölgelerini müttefikleriyle paylaştığında, sokak ve caddelerinde işgal edilen ülkenin değil de kendi bayraklarını astığında, düşman askerleri tüm cadde ve sokaklarda 24 saat devriye gezdiğinde o kent işgal altında sayılmaz mı? Bu ne genişlik beyler? Bu 1918'deki işgalde, İstanbul'un önemli ve stratejik noktaları kontrol altına alınmış, ancak idareye el konulmamış, işte bu nedenle de bu işgal sayılmazmış.. Pes, vallahi pes.. 

Neyse devam edeceğiz..

KONSTANTINOPOLIS'İN FETHİ....
XI. CONSTANTINOS
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA..
ENVER, TALAT VE CEMAL PAŞALAR...
GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER I...
HENRY M. WILSON...
ATATÜRK VE RAUF ORBAY...
ATATÜRK VE REFET BELE
  • YORUMLAR (0)
  • YORUM YAP
    • İlk yorumu sen yap.
  • Ad Soyad E-mail Adres Yorum