SİTEDE ARA

HZ. MUSA EXODUS..
23 Ocak 2018

Her nedense takipçilerimizin çoğu dini konulardan bahsetmemizi istiyorlar. Yok öyle “Orucu ne bozar, oruçluyken denize girsem orucum bozulur mu?” cinsinden mizah konusu olmuş sorular değil elbette. Mesela Hz. Musa, Hz. İsa ve Peygamberimizin tarihi kişilikleri, yaşamları ve gösterdikleri mucizelerle alakalı sorulan sorular. Önemli ve derin konular anlayacağınız. Daha önceden bu tip soruların gelebileceği düşüncesinden hareketle bu konularda hazırlıklarımız vardı elbette. Dinleri bir yasaklar, cezalandırmalar ve korku bileşimi gösteren kitaplar, uydurulmuş efsaneler, mucizeler, hadisler, hikâyeler, masallar bizim için önemsiz ve çok yanlış uygulamalar. Güneş sisteminin sınırlarını aşan uzay sondaları yapan 21. yy. insan beynini böyle safsatalarla doldurmak olası mı? Bunun böyle olmadığını, yukarıdaki konularda bizden bilgi isteyen çoğunluğu öğrenci genç beyinlerden anlıyoruz. Gençler pozitif bilgiye aç, masallar, hurafeler, cezalar, yasaklar onlara ters geliyor ve ister istemez kendilerini semavi dinlerden uzaklaştırıyor. Bize göre Yüce Yaradan’ın en büyük özelliklerinden biri affedici olmasıdır. İşte bu nedenle sürekli olarak, durmaksızın Allah’ı bir “ceza verici, cezalandırıcı” olarak göstermek, tanıtmak günahların en büyüklerinden.

 

  • Al-i İmran Suresi, 155. ayet: İki topluluğun karşı karşıya geldikleri gün, sizden geri dönenleri, kazandıkları bazı şeyler dolayısıyla şeytan onların ayağını kaydırmak istemişti. Ama andolsun ki, Allah onları affetti. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, yumuşak olandır.
  • Nisa Suresi, 99. ayet: Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.  
  • Nisa Suresi, 149. ayet: Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedicidir, güç yetirendir.  
  • Maide Suresi, 101. ayet: Ey iman edenler, size açıklandığında sizi üzecek şeyleri sormayın; Kur'an indirildiği zaman sorarsanız, size açıklanır. Allah onu affetti. Allah bağışlayandır, (kullara) yumuşak olandır. 
  • Araf Suresi, 199. ayet: Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.  
  • Tevbe Suresi, 43. ayet: Allah seni affetsin; doğru söyleyenler sana açıkça belli oluncaya ve yalancıları da öğreninceye kadar niye onlara izin verdin?  
  • Hac Suresi, 60. ayet: İşte böyle; her kim kendisine yapılan haksızlığın benzeriyle karşılık verir, sonra aleyhine azgınlık ve saldırıda bulunulursa, Allah, mutlaka ona yardım eder. Şüphesiz Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır.  
  • Nur Suresi, 22. ayet: Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.  

 

Allah’ın Kelamı’ndan yukarıda verdiğimiz birkaç örnek Yüce Yaradan’ın ne kadar affedici, ne kadar yumuşak, ne kadar bağışlayan, hoş görülü, güç yetirici olduğunu bize anlatmıyor mu? Anlatıyor, hem de defalarca. O halde neden bize sürekli Yüce Yaradan’dan korkmamızı öğütlüyorlar? Ben beni yoktan var eden, bana akıl, sağlıklı bir vücut veren, görmem anlamam yararlanmam için tüm doğayı hatta kâinatı emrime veren Yaradan’ımdan neden korkayım? O’nu herşeyden, hatta kendimden bile daha fazla sevdiğimde, elimden geldiğince emirlerini uyguladığımda, doğayı, çevreyi, diğer canlıları kirletip yok etmediğimde, bilerek ve/veya bilmeyerek işlediğim hata ve günahlarımda tüm kalbimle kendisinin affını istediğimde benim Sahibim beni niye cezalandırsın ki? İşte ben bu yukarıdaki ayetlerden bunları anlıyorum ve Allah’ıma beni kendisine akıllı bir kul olarak yarattığı için şükürler ediyorum. Gece başımı kaldırıp, milyarlarca yıldızın ışıl ışıl yandığı gökteki o muhteşem görsel senfoniyi izlerken kendimle gurur duyuyorum. Gurur duyuyorum zira Yüce Yaradan o muhteşem güzelliği seyredebilmem için bana akıl ve gözler vermiş. İşte bu nedenle iddia ediyorum Allah’ın en azından yeryüzünde en büyük mucizesi, aynı zamanda en sevdiği yarattığı canlı, insanoğludur. Çünkü sadece insana vermiştir aklı. Onu yeryüzünün efendisi yapmıştır, hatta melekleri bile bize secde ettirmiştir. O halde bu denli bize “iltimas” yapmış O Erişilmez Varlığı, Yaradan’ı sevelim tüm aklımızla, tüm benliğimizle. Korku; asla dürüst, aklını çalıştıran, diğer insanları ve doğayı gözetenlerin duygusu değildir.

 

Evet bu husustaki düşüncelerimizi böylece aktardıktan sonra sorunuza geçelim. Sorunuz öyle bir iki paragrafla açıklanabilecek, anlatılacak birşey değil. Önemli ve de hakkında çeşitli çevrelerce çokça spekülasyon yapılan hassas bir konu. Farklı takipçilerimizin aynı soru üzerinde birleşmeleri de bize bu konunun değişik ortamlarda konuşulduğunu, üzerine fikir yürütüldüğünü, tartışıldığını gösterdi. Soru kısaca şuydu; “Hz. Musa ve Mısır’dan çıkışla ilgili “Exodus” olarak ne düşünüyorsunuz?” Cevabımız uzun ve bol açıklamalı, belgeli olacak. Bu nedenle birkaç bölüm yapmayı düşünüyoruz.

 

Önce yakın geçmişte sinemalarda büyük ilgi gören bir filmle başlayacağız. Filmin adı “Exodus: Tanrılar ve Krallar”, Ridley Scott tarafından yönetilen ve Kitab-ı Mukaddes'ten (Tevrat) esinlenen 2014 yapımı bir epik film. Başrollerinde Christian Bale, Joel Edgerton, John Turturro, Aaron Paul, Sigourney Weaver ve Ben Kingsley yer alıyor. Senaryosunu Bill Collage, Adam Cooper ve Steven Zaillian'ın kaleme almış.

 

Hikâyesi kısaca şöyle; Musa ve Ramses, sarayda birlikte yetişirler. Aralarında kan bağı olmasa da birbirlerine son derece yakın iki kardeş gibidirler. Ramses sonunda firavun olur ve Musa'yı da en güvendiği danışmanı ve komutanı yapar. Ancak Ramses, küçükken bir nehrin kenarında bulunan Musa'nın İbrani olduğunu öğrendiğinde kardeşini çölde ölüme terk edecektir. Musa ise piramitlerin yapımında köle olarak çalışmaya zorlanan İbranilerin sesi olmuştur. Bir gün rüyasında tanrının kendisiyle konuştuğunu ve İbranileri özgürleştirmek için yola çıkması gerektiğini görür. Böylece 600.000 köle ile birlikte kırk yıl sürecek uzun bir yolculuğa çıkar. Hedefleri ise vaadedilen topraklara ulaşmaktır.


Ünlü yönetmen Ridley Scott'ın yönetmenliğini yaptığı film, Hz. Musa'nın hayatının önemli dönüm noktalarını konu ediyor. Tevrat'ın bazı bölümlerinden esinlenerek yazılan hikâye, Musa'nın doğumu ve Mısır kraliyet ailesi tarafından evlat edilişiyle başlıyor. Semavi dinlerde kutsal yeri olan peygamberleri beyazperdede daha dünyevi insanlar olarak çizme yaklaşımı aslında Martin Scorsese imzalı “Günaha Son Çağrı filmine kadar geriye uzanıyor. 2004 tarihli “Tutku: Hz. İsa’nın Çilesi ise gayet içimizden çıkabilecek bir anne-oğul ilişkisine tanık olurken, yine birkaç yıl önce sinemalarda seyrettiğimiz Darren Aronofsky yapımı “Nuh: Büyük Tufan”, insanoğlunun ikinci atası olan Nuh peygamberi yanlışları, zaafları, bocalamaları da olabilecek bir âdemoğlu olarak çizmekteydi. Bu kez de “Exodus” Yahudilerin Peygamberi Musa’yı tüm insani yönleriyle, her gün yolda karşılaşabileceğimiz bir insan olarak önümüze getiriyor.


Her rolün adamı” sıfatını layıkıyla taşıyan aktör Christian Bale’i başrolde seyrettiğimiz film, Musa’yı ya da İbranilerin seslenişiyle Moses’i önce Mısır Krallığı’nın sadık generali olarak seyirciye tanıtıyor. Sarayda, gelecek Firavun II. Ramses ile beraber büyüyen Musa, Mısır hanedanın bir parçası olarak benliğini bulmuştur. O bu topraklara aittir, bu yüzden kendisine rivayet edilen liderlik kehanetini de ciddiye almaz. Üstelik ne Mısırlıların Tanrılarına ne de köle olarak hizmet eden İbranilerin tanrısına inancı vardır.  Filmin Musa’ya biçtiği bu arka plan ve karakteristik bizce ayrıca önemli; zira sadece kendisine ve insani değerlere inancı olan Mısırlı bir savaşçıdan, peşinden hiç tanımadığı yüz binlerce insanı sürükleyecek, onları kırk yıl çöllerde vaat edilmiş topraklara götürmek için gezdiren bir peygamber çıkartmak zor iş!  


Firavunun kulağına Musa’nın aslında İbrani soyundan geldiği fısıldanınca, Musa kendisini çölün ortasında sürgün edilmiş olarak bulur. Filmin esas kırılma noktası ise, inançsız Musa’nın Tanrı ile yüzleşip, seçilmiş kişi olduğunu anlamasıyla başlıyor. Bundan sonrası İbranileri Mısır halkına karşı harekete geçirme, geçirirken bolca aksiyon yaşama ve karşılığında hükümdarlığının sallandığını gören II. Ramses’in İbranilere uyguladığı zulmün artması şeklinde giderken, araya Tanrı’nın müdahalesi geliyor! Zira Musa bildiği tüm askeri taktiklere rağmen, Firavun karşısında çaresizliğe düşüyor ve Tanrı “Sadece izle!” diyerek insanlık tarihinin şimdiye kadar kaydettiği en çarpıcı, zalim felaketleri, afetleri bir bir zalim Mısır halkının üstüne salıyor. Filmin görsellik ve anlatım açısından en etkileyici anları da tabir-i caizse bu oluyor. Eski ve Yeni Ahit hikâyelerinden yola çıkarak kana bulunan Nil, ölen balık sürüleri, istilacı kurbağalar ve hatta gökten taş yağması gibi Tanrı’nın pek çok gazabıyla Ridley Scott’ın filminde karşılaşıyoruz. Sırf bu sahnelerin çekimi ve seyirciye sunumu bile filmin ne kadar kaliteli olduğunun bir göstergesi bizce.


Filmin Tanrı’yı suretleştirip Musa’nın karşısına çıkartması ise yapımın muhtemelen en çok tartışılan yönlerinden biri. Semavi dinlerin kendi tutucu çevreleri Exodus’un Tanrı yaklaşımını, en kibar haliyle “laubali” olarak nitelendirebilecekken, insan zihninin sınırlarının yetmediği Yaradan kavramı bence bu filmle sinema açısından oldukça anlaşılabilir bir kılıfa yedirilmiş. Öte yandan Musa’nın aidiyet duygusundan dolayı, soyundan geldiği İbranileri kendi halkı gibi görmemesi ne kadar gerçekçi yansıtıldıysa, âşık olması ve aile kurması da bir o kadar yapay kalmış. Oyuncu kadrosunun ırkçı seçimlere göre yapıldığı eleştirilerinin yanı sıra göze batan eksilerinden biri de bu olsa gerek.


Bu anlamda eğer film ırkçıysa sadece Mısırlıları canlandıran oyuncuların ten rengi değil, Mısır medeniyetine dair kültürel eksiklikler de devreye giriyor. Evet, girişte de belirtildiği gibi piramitlerden heykellere halen hayranlık duyulan tüm inşaat yapılarında İbraniler yüzlerce sene köle olarak çalışmış olsa da, Mısır medeniyetinin yabana atılmaması gereken bir kültürel birikimi de vardı. Kütüphaneler, gökbilimi ve tıbbi gelişmelere dair detaylar filmde ya hiç yer almıyor ya da alay konusu olarak kullanılıyor.



Oyunculuklar açısından Bale’in yanı sıra II. Ramses Joel Edgerton  ve Nun rolünde Ben Kingsley pürüzsüz oyunculuklar sergiliyorlar. Tanrı’dan gelen bela da olsa görsellik muazzam; dini propaganda yapmadan bir dinin doğuşu ve bir kavimin göçü ancak bu kadar anlatılabilirdi. Tamamen tarafsız değil ama sahne aldığı senenin en iyi epik filmlerinden biri olduğu da çok açık. Neden konuya filmiyle başladık sorusu gelebilir aklınıza. Konu dediğimiz gibi bir hayli geniş ve anlatacaklarımız da bir hayli fazla. Zaman ve fırsat bulursanız bir ön bilgi olarak bu filmi izlemenizi öneririz, tabi içinizde hala seyretmeyenler varsa.

 

Filmin en çok tenkit edilen, konuşulan konulardan biri de başrol oyuncularının neden beyaz olduğuydu. O dönemde Mısır’da yaşayanlar, Hz. Musa, Firavun, İsrailoğulları beyaz mıydı? Kutsal kitaplarda bu yönde bir ifadeye rastlamadık. Filmin yapımcıları da bu soru karşısında suskun kalmayı yeğlediler. Tepkiler artınca da (hatta bazı ülkelerde filmin gösterimi yasaklandı) yönetmen Ridley Scott bu konuda bir açıklama yaptı. Ama alevi daha da körükleyen bir açıklama. “Bu düzeyde bütçesi olan bir filmi adı Muhammed olan bir aktörle çekemezdim. Bu şekilde para bulmam çok zor, hatta imkânsızdı. Dolayısıyla bu konuya girmemeyi seçtik.”

 

Diğer bir konu Kızıldeniz’in ikiye bölünmesi. Kutsal kitaplarda Hz. Musa’nın firavundan kaçan halkını Kızıldeniz’e yönlendirdiği, denizi ikiye bölen bir mucizenin yardımıyla onları kurtardığı, arkalarından gelen Firavun ve askerlerininse kapanan Kızıldeniz’de boğulduğu yazıyor. (Bu konuya bizim daha farklı, bilimsel yaklaşımlarımız var. İleriki bölümlerde sırası geldiğinde detaylarıyla bilgilerinize sunacağız.) Ancak Scott bu mucize olayını pek dikkate almamış. Kutsal metinlerde rastlamadığımız bir yorum getirmiş Kızıldeniz’in ikiye ayrılmasına. Mısır’da M.Ö. 3.000 civarında yaşandığı sanılan (bizce gerçekliliği bilimce kanıtlanmış) bir tsunami fikrinden yararlanmış. Bu iddiaya göre Santorini Adası’nda patlayan volkan, Kızıldeniz’de bir tsunamiye yol açıyor ki bunun sonucunda sular aniden çekiliyor. Belli bir süre sonra da çekilen bu sular müthiş bir hız ve şiddetle tekrar birleşiyor. Bazı İncil uzmanları, yakın tarihte Nil Deltası’nda Santorini Adasından kayalar bulunmasının bu teoriyi desteklediğini belirtiyorlar. Özetle Kızıldeniz’in yarılması bir mucize değil, doğal bir fenomen.

 

Musa Peygamberin filmde bir savaşçı, bir aksiyon filmi kahramanı olarak sunulmasını da tenkit edenler var. Ne Eski Ahit’te, ne de Hz. Musa’dan sık sık bahseden Kuran’da bu yönde bir atıf bulunmamakta. İşte tenkitçilerin dayanak noktaları bu kutsal metinler. Onlara göre Peygamberin savaşçılığı, askerlik bilgisi, halkına öğrettiği savaş taktikleri sadece sinemacıların yorumu.(!) Şimdi şöyle bir arkanıza yaslanıp düşünün. Annesinin çocuk katliamından korktuğu için bir sepete koyup canını kurtarsın diye Nil’e bıraktığı Musa, tesadüf bu ya bir şekilde Mısır Sarayı’nın kraliçesi tarafından bulunup evlat ediniliyor. Ve yine Tevrat’ın belirttiğine göre Ramses’le beraber terbiye edilip büyütülüyor. Tıpkı Ramses gibi askeri eğitim alıyor, kılıç kullanıyor ve hatta Ramses firavun olunca Musa’yı tüm Mısır ordularının başkomutanı yapıyor, savaşlara gönderiyor ve bu üvey kardeş tüm savaşlardan muzaffer olup, kazanıp dönüyor. Bu bilgiler Eski Ahit’te mevcut. Musa’nın eli silah tutan bir asker olmasından rahatsız olan ve dinsel metinlerdeki kendilerine yarayan bilgileri cımbızla çekip çıkaran bu kesimler, silah kullanmasını, ata binmesini bilmeyen, savaş konularından, taktiklerinden bihaber olan birinin, o asırlarda dünyanın en büyük medeniyetinin ordularına nasıl başkomutan olarak getirilmesini nasıl izah edecekler? Kaldı ki Tevrat’ta sadece Musa değil, neredeyse tüm peygamberler savaşçı, hatta tanrıyla güreşecek (!), tanrıyı yenecek kadar da sporcudur.(?) (İlerleyen bölümlerde değineceğiz).

 

Bu filmde en çok tartışılan bölümlerden biri de Hz. Musa’nın Tur Dağı’nda Tanrıyla konuştuğu sahneler. Tüm kutsal metinlerde bu konuşma yanan bir ağaç (veya çalı) vasıtasıyla tanrının Musa’ya muhatap olması şeklinde anlatılmış. Oysa filmde bu çalı yerini bir çocuğa bırakmış. Bu çocuk huysuz, yaramaz ve hiç gülmeyen bir tiplemeye sahip. Ve Mısırlıların başına gelecek felaketleri acımasız bir tavırla bir bir sıralıyor bu tanrı.(çocuk) Hikâye filmde değil ama kutsal metinlerde bir hayli uzun. Bu konuyu irdelemeyi bir dahaki anlatımlara bırakıyoruz. Bizce burada Ridley Scott bir ironide bulunuyor. Mısırlıların başına gelen felaketleri -ki kutsal metinlerde tüm ayrıntılarıyla anlatılmakta- suçlu, suçsuz, günahkâr, masum, yaşlı, bebek ayırt etmeden tüm ulusun başına yağdırmak bizim bildiğimiz, bizi Yaratan, affedici, bağışlayıcı bir tanrının işi olamaz demek istiyor. Vermek istediği mesaj bu. Öyle ya kâhinler Firavuna yeni doğan bir bebeğin Mısır’a, kraliyet ailesine felaket getireceğini söylerler. Firavun da tüm Mısır’da 5 yaşından küçük tüm çocukların, anne sütünde dahi olsalar katledilmesini emreder ve emir yerine getirilir. Büyük bir katliam, tabii insani. Bu cinayet emrini ancak insanlıktan çıkmış bir zalim verebilir. Kimse bunun aksini söyleyemez. Sonra aynı cezanın bu kez tanrı tarafından Mısır halkına reva görüldüğü anlatılıyor ballandıra ballandıra kutsal metinlerde. Firavunun çocuğu dâhil binlerce Mısırlı çocuk bir gecede hastalanıp ölüyor. Böyle bir katliamı Yaradan’a mal etmek günahların en büyüğü bizce. Günümüz medeni hukuk sisteminde bile herkes kendi yaptığından sorumluyken, babası İsrailoğullarına kötülük yapan bir Mısırlının çoluk çocuğunun burada günahı ne? Böyle bir insani katliamı tanrıya yakıştırmak yanlışların en büyüğü değildir de nedir? Ama yukarıda da belirttiğimiz gibi, siz peygamberinizi Tevrat'ta, tanrıyla güreştirseniz, tanrıyı sıradanlaştırırsanız, bir insan seviyesine indirirsiniz ki olacağı budur. (Hz. Yakub’un Tanrı Yahve/Yehova ile olan mücadelesine yer verilmektedir ki, bu hayli dikkat çekici bir durumdur Buna göre, ailesiyle birlikte Hazret-i Yakub, dayısının yanından Kenan diyarına dönerken çölde bir adamla karşılaşır ve tanyeri ağarıncaya kadar onunla güreşir. Yakub, bırak gideyim, dediği hâlde, güreş tuttuğu kimse onu bırakmaz ve daha sonra o kişi Yakub'a, “Artık sana Yakub değil, İsrâîl (Yahudilerce: Tanrı ile güreşen) denecek. Çünkü sen, Allah ile ve insanlarla güreşip yendin!” der. (Tekvîn, 32/22-32) Tevrat'ta anlatıldığına göre bu güreş esnasında Yakub'un uyluk kemiği incinmiştir. Bu nedenle Yahudiler, bugün bile uyluk kemiğinin üzerindeki siniri yemezler. (bk. Tevrat, 32/24-32) Dolayısıyla Yahudi anlayışına göre, Yakup, bu olay sebebiyle “tanrı ile güreşen” veya “Tanrı ile uğraşan” manasına gelen “İsrail” lakabını alır.)

 

Bakın bu yukarıdaki olayı güya bir dahaki bölümlerden birinin içine ayırmıştık. Dayanamadık, tutamadık kendimizi. Her neyse, bu da bizden size ufak bir ipucu olsun. Şimdilik bu kadar dostlar, ancak konu bitmedi ve başka başka yazılarda sizinle neler paylaşacağız neler. İlgiyle, merakla takip edeceğiniz çok önemli dosyaları açacağız.

 

 

(Birinci bölümün sonu)

A
B
C
D
E
F
F
G
  • YORUMLAR (0)
  • YORUM YAP
    • İlk yorumu sen yap.
  • Ad Soyad E-mail Adres Yorum