SİTEDE ARA

„ICH WERDE EİNES TAGES WİEDER, SİCHERLİCH. UND AN DİESEM TAG WİRD EİNE NEUE ÄRA İN DER WELT STARTEN……“(*)
16 Şubat 2018

(*) Birgün döneceğim, mutlaka. Ve o gün dünyada yeni bir dönem başlayacak. Mein Kampf” 1948 özel baskısı, sayfa 88, satır 53. (Y.N. Söz konusu kitabın ilk basımındaki 88 - 92 no.lu sayfalar, sonraki basımlarda bilinmedik kişilerce, bilinmeyen nedenlerle çıkarılmıştır. Bu çıkarılan sayfalardan,  II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın Hava Kuvvetleri komutanı ve Hitler’in yakın dostu  Hermann Göring’in (1893-1946) Germany Reborn adını verdiği kitabında kısa da olsa bahsedilmektedir.)

 

Evet arkadaşlar.. Aşağıda ilk bölümünü sunduğumuz roman, gerçek olaylar, tanıklıklar ve de belgelerin üzerine kurguladığım son çalışmamdır. Oslo'ya 2001 yılında yaptığım bir iş seyahatinde bir sahafta gördüğüm ve hemen aldığım orta kalınlıkta bir anı/belgesel kitabında buldum romanımın gerçek kahramanlarını. Konu ilgimi çekince üzerinde derinlemesine bir araştırma yapmaya karar verdim. Konular, olaylar, hikayeler öylesine ilgi çekiciydi ki, belgeleri tamamladıktan sonra yazmaya karar verdim. Beğeneciğinizi umarak anlatmaya başlıyorum. Sıcak kahvenizi alın, arkanıza yaslanın işte gizem dolu gerçeklerle yoğrulmuş bir serüven.. Keyifle..

 

 

Logan Tomswill,  üniversitenin otoparkındaki arabasının sürücü koltuğuna oturduğunda derin bir nefes aldı.  Bir süre dinlendikten sonra otoparktan çıkıp Oslo’nun en popüler Caddesi olan Karl Johans Gate’in trafiğe katıldı. Bu cadde Oslo İstasyonundan Kraliyet Sarayı'na kadar uzanıyordu. Oslo'nun en hareketli, kafe ve restoranları, alışveriş mağazaları, stortinget (Parlamento Binası), Ulusal Tiyatro, park ve havuzları ile en güzel caddesiydi ve yolun sonundaki Kraliyet Sarayı’ndan yaklaşık iki kilometre sonra da Tomswill’lerin bahçe içindeki iki katlı evleri bulunuyordu.  “Bugün çocuklar canımı çıkardı doğrusu” diye geçirdi aklından. Sonbahar serinliği başlamıştı yavaş yavaş, “Bagaja kazak falan koymalı”. Ortalama sıcaklık 12-14 derece arasında değişirdi bu mevsimde, Norveçliler için alıştıkları bir sıcaklık olsa da, yine de temkinli olmalıydı. Üşütüp çabucak nezle oluyordu.

 

Öğrencilerinin Norveç tarihine özellikle, Viking tarihine olan ilgileri aslında hoşuna da gitmiyor değildi. 1980’li yılların ikinci yarısında ailesinin yoğun isteğini kıramayarak Yeni Dünya’ya uçmuş ve Amerika Birleşik Devletleri'nde Massachusetts eyaletinin Boston şehrinin Cambridge mahallesinde bulunan ve dünyaca ünlü Harvard Üniversitesi’nde (kur.1636) İşletme eğitimi almıştı. Üçüncü sınıftayken Susan Pitt Ford’la tanışmıştı. Zamanla samimiyetlerini geliştirmişler ve birbirlerine âşık olduklarını anladıkları bir süre birlikte yaşamışlar ve hemen her konuda anlaştıklarını anladıklarında da evlenmeye karar vermişlerdi. Okuldan mezun oldukları aynı gün üniversitenin kilisesinde yakın arkadaşlarının katıldığı küçük bir törenle hayatlarını birleştirmişlerdi.  Altlarında blucinleri, sırtlarında mont ve ceketleriyle neşe içinde, kahkahalar atarken arkadaşlarının arasında çektirdikleri o tek düğün fotoğrafını duvardan hiç indirmeyeceklerdi, yıllar geçse de. Susan o mutlu günde Stephan’ın bahçeden toplayıp kendisine uzattığı bir demet papatyayı kuruduktan sonra çerçeveletmiş ve o tek düğün fotoğraflarının altına duvara asmıştı. İşte o tek düğün resmi ve kurumuş papatyaların çerçeveleri ayrılmaz bir ikiliydi artık, sonsuza dek. Bu mutlu birliktelikten annesi gibi sarışın, çilli şipşirin Suzy doğmuş ve Stephan ailesinin çağrısına kulağını tıkayarak Norveç’e dönmemiş, Susan ve minik Suzy’siyle Amerika’da yaşamaya karar vermişti. Sonraki yıllarda Harvard’dan mezun olmanın süksesini gerek Amerika’da gerekse işi nedeniyle gittiği her ülkede yaşayacaktı. Öyle ya Barack Obama, Jared Kushner, Mark Zuckerberg, Matt Damon gibi dünyaca ünlü siyaset, ekonomi ve sanat ünlüsüyle aynı okulda okumak ve oradan mezun olmak küçümsenecek bir şey değil kesinlikle diye düşünüyordu hep kendi kendine.

 

Amerikan vatandaşlığına geçtikten sonra da İthaca New York’ta Cornell Üniversitesinde de iki yıl süreyle Sanat Tarihi eğitimi almıştı ve son olarak Norveç Tarihi üzerine de bir doktorayla bu eğitimini taçlandırmıştı. Tüm bunlar olurken yılların nasıl geçtiğini anlayamamış, eşi ve sevgili kızıyla Boston’daki mutlu yaşamlarını sürdürmüştü.  Ancak Susan ile evliliğinin 12. yılında tüm hayatı tamamen değişecekti. Susan Oslo Mall’da alışverişe giderken elim bir trafik kazasında yaşamını yitirecek, ancak 11 yaşındaki Suzy mucize eseri bu kazadan yara almadan kurtulacaktı. Çok sevdiği eşini kaybetmenin acısını, sevgili “çillisinin” kurtulmasıyla teselli eden Stephan kızının da olurunu alarak Norveç’e dönmeye karar vermişti. Amerika’daki tüm varlıklarını nakite çeviren genç adam yıllar sonra döndüğü ülkesinde Oslo’da aldığı 2 katlı bahçe içindeki evinde yaşamını sürdürmeye başlamıştı. O koskoca, kalabalık Boston’dan sonra Çillinin (Susan’la birlikte Suzy’yi hep böyle çağırırlardı) bu ufak ancak şirin, düzenli sokakları Amerika’dakilerin aksine mini arabalarla dolu, öyle trafik karmaşası, koşuşturma falan olmayan, hatta iş saatlerinde sokakları, yolları bomboş Oslo’ya alışması biraz vakit almıştı. Ancak geçen zaman, kurulan arkadaşlıklar bu soğuk ancak tertemiz, pırıl pırıl, sakin ve güler yüzlü insanların yaşadığı şehri sevdirmişti Suzy ’ye.

 

Stephan,  bir süre sonra Amerika’ya gitmeden önce girmeyi düşündüğü Norveç’in en eski öğretim kurumu olan Oslo Üniversitesinde (1811) öğretim görevlisi olarak işe başladı. Norveç Tarihi üzerine dersler veriyordu. Suzy’nin isteğini kıramayarak, artık tüm sevgisini verdiği kızını da aynı üniversitenin Doğa Bilimleri Fakültesine yazdırmıştı.Suzy’nin yeni yaşamına kolayca uyum sağlaması, arkadaşlar edinmesi hatta Nordland Üniversitesi’nden burs kazanarak, 2. eğitim olarak da Güzel Sanatları seçmesi, özellikle Opera ve Bale’ye yoğun ilgisi kendisini çok sevindiriyordu. Öyle ya artık varsa yoksa biricik Çilli’siydi önemli olan. Aylar yılları kovalamış, kendisi Oslo Üniversitesinde Klasik Tarih Profesörü olmuş, derslerinin yanı sıra verdiği konferanslarıyla da ülkede, bilim alanında sayılan, aranılan bir isim olmuştu. Doğa Bilimlerinde yardımcı doçentlikten sonra Suzy,  Güzel sanatlarda da aynı akademik unvanı almış ve Mimar Snohetta tarafından 2007’de yaklaşık 2 milyar Amerikan Doları harcanarak bitirilmiş olan Norveç’in gururu, dünyaca ünlü Oslo Opera ve Bale Sarayı’nın üç direktör yardımcısından biri olmuştu. Baba kız ayrılmaz bir ikili olarak gerek akademik, gerekse ailevi ilişkilerini başarıyla sürdürüyorlar, Suzy hafta sonlarını sanatla içiçe yaşarken, Stephan’da konferansı olmadığı hafta sonlarını, Norveç Greenpeace’teki çevre koruma gezilerine katılarak değerlendiriyordu. Deniz, tabiat, ormanlar, çevre özetle doğa tüm Norveçliler gibi Stephan’ın da başlıca ilgilendiği konulardan biriydi.

 

Stephan evinin otoparkına girerken birden ayıldı. Tüm bu düşüncelerle, hatıralarla o yarım saatlik yol nasıl da bir anda bitivermişti. Arabadan inip kapıyı tam açacakken cep telefonu çaldı. Ekrandaki “Çilli” yazısını görünce bir anda seviniverdi, yoğunluklarından bugün konuşamamışlardı. “Babacığım merhaba.” “Merhaba Çilli, bugün görüşemedik..” “Haklısın babacığım, ancak biliyorsun cumaları her ikimiz de çok yoğun oluyoruz.” “Şaka yaptım kızım. Nasılsa yarın birlikteyiz, eğer bir arkadaşına sözün yoksa baba kız şöyle başbaşa bir kahvaltı yaparız bahçede.” “Çok isterim babacığım ama yarın iznin olursa arkadaşlarla Trysil’e kaymaya gideceğiz. Bu akşamdan yola çıkacağız yolda vakit kaybetmemek için.” Stephan bir an duraksadı sonra kendini kısa sürede toplayıp “Oldu Çillim dedi. Ancak kendine dikkat et, söz mü?” “Söz babacığım, nasılsa yarın konuşuruz, ararım seni. Bu arada sen ne yapacaksın bu hafta sonu?”. “Bilmem bir programım yok. Biraz çalışır, biraz da tembellik yaparım. Biliyorsun önümüzdeki hafta Bergen’de, Viking tarihi üzerine bir konferansım var.”Doğru ya, tamam babacığım söz, önümüzdeki hafta sonu birlikteyiz. Ben her zamanki gibi en ön sırada olacağım salonda.” “Peki bebeğim, öpüyorum, kendine dikkat et.” “Tamam, Stephan tamam. Ben artık koca bir kız oldum.” Sesinde tatlı, çocuksu bir serzeniş vardı. Babasının konuşmasına fırsat vermeden “Öptüm, karizmatik babam benim. Sen de kendine dikkat et. Tamam mı?” “Söz söz, haydi öpüyorum tekrar canım Çillim.” Ben de seni Stephan, hoşçakal.” Stephan gülümseyerek telefonunu kapattı. Suzy ne zaman kendini çok mutlu hissetse babasına hep ismiyle seslenirdi. Tıpkı yıllar önce Susan’ın yaptığı gibi sevecen ve tatlı bir tonlamayla. Annesinden aldığı en karakteristik huy buydu.

 

Hazırladığı somonlu sandviçiyle televizyonun karşısına henüz oturmuştu ki, telefonu çaldı. Açtı, hattın öbür ucunda Jurgen Stewlski vardı. Bu genç, enerjik yapılı genç,  Stephan’ın en hızlı hayranlarındandı, tarih eğitimim Stephan’dan alıp mezun olduktan sonra, bir süre onun asistanlığını yapmış, sonra da hocasından izin isteyerek tüm hayatını doğayı korumaya, Greenpeace’e adamıştı. Özellikle balinaların yavrularını büyütmek üzere plankton sürülerinin takip ederek Kuzey Buz Denizi’ne çıkmasını fırsat bilen Japon balina avcı gemileriyle kıyasıya mücadele eden 50 kişilik Greenpeace Oslo Grubu’nun lideriydi. Konusuyla ilgili olarak sıkça Norveç televizyonlarına çıkıyor, zaman zaman da uluslararası davet edildiği toplantılarda soyları gitgide azalan balinaların korunması amacıyla konferanslar veriyordu. Tam bir doğa eylemcisiydi kısacası.  Bir süre konuştuktan sonra telefonu kapattığında Stephan’a iyi bir hafta sonu programı çıkmıştı. Jurgen kendisini yarın sabah 07.00 gibi evden alacak ve arkadaşlarıyla hep birlikte Norveç Fiyortlarının başkenti Bergen’e gideceklerdi. Nasılsa Oslo’dan saat başı uçak vardı Bergen’e, bunlardan birine binip bir saat kadar sonra bu balina seferleriyle ünlü turistik kente varacaklardı.  Balina safarisi gemilerinin demirlediği iskeleden, (Munkebryggen) küçücük bir tekneyle, karşı kıyıya, Bryggen’e, geçecekler ve orada kendilerini bekleyen hızlı Zodyak teknelerle körfeze açılacaklardı. Program buydu. Jurgen hocasının hızlı teknelere olan düşkünlüğünü bildiğinden kendisine bu geziyi ayarlamıştı. Her biri 150 beygirlik 2 adet outboardu olan 8-10 metrelik bu tekneler denizin durumuna göre saatte 45-50 deniz miline çıkmaktaydılar ve gerek bu süratleri, gerekse kıvraklıklarıyla kaçak balina avcılarıyla savaşlarında Greenpeace’çilerin oldukça işlerine yaramaktaydı. Ertesi gün zinde olmak düşüncesiyle televizyonu kapatıp ertesi gün giyeceği, rüzgâr ve soğuk geçirmez tulumunu, yün bere, kaşkol ve eldivenlerini dilsiz uşağa yerleştirdi. Lazım olur düşüncesiyle bazı ıvır zıvırı attığı sırt çantasını hazırlayan Stephan hemen yatağa girdi ve çok geçmeden hemen her akşam olduğu gibi sevgili Susan’ı ve Suzy’sini düşünerek uykuya daldı.

 

Ertesi sabah tam 05.30’da kalktı yatağından ve hemen banyoya giderek ılık bir duşla kendine geldi. Tam hazırladığı sandviçinden ilk lokmasını almıştı ki kapı çaldı. Gelen Jurgen’di. “Günaydın hocam, uyandırmadım ya.” “Olur mu genç dostum, heyecandan neredeyse tüm gece uyuyamadım.” “Programımızda değişiklik var.” Stephan’ın gözlerindeki ışığın bir anda solduğunu fark eden Jurgen, Stephan’ın soru sormasına fırsat vermeden “Daha ilginç bir durum var.” “Anlamadım, ne demek daha ilginç durum, yahu anlatsana şunu bir an evvel.” Yıllardır beraber çalıştığı, üniversitede önce dört sene öğrenciliğini, sonra dört uzun sene de asistanlığını yaptığı hocasını çok iyi tanıyan genç adam onun merakını biraz daha uzatmak istiyordu. ”Hocam arabada anlatırım, eminim sizin de ilginizi çekecek.” Sözünü bitirir bitirmez içeri dalıp hocasının sırt çantasını kapıp arabaya yöneldi. “Bu asistanımken de böyleydi, insanı çatlatır, öldürür meraktan” diye içinden geçiriyordu Stephan evinin kapısını çekip arabaya yürürken. Henüz hareket etmişlerdi ki direksiyondaki adama dönerek, “E hadi çatlatma ne oldu da programımızı değiştiriyoruz, bildiğim Jurgen böyle kolay kolay planını bozmaz, anlat bakalım”dedi. “Hocam hiç Bodo’da bulundunuz mu?” Bir anda hatırlayamamıştı, biraz düşündükten sonra “Şu Nordland’ın başkenti Bodo’dan mı bahsediyorsun?” “Ta kendisi, kuzey kutup dairesinin kuzeyinde yer alan Kuzey Norveç’in ikinci büyük şehri.” Hatırlamıştı bugün 50,000 nüfuslu, turistik olmayan küçük bir şehir. Kutup dairesine yakınlığı nedeniyle yılın yaklaşık 10 ayı yerden kar kalkmaz, sıcaklık da 3 derecenin üzerine çıkmazdı. Buradan bahsedildiğinde Stephan’ın aklına hep Sibirya gelirdi her nedense.

 

Hafızasını biraz daha zorlayınca Bodø’nun 27 Mayıs 1940 tarihinde Alman Luftwaffe saldırısı sırasında tamamen tahrip edildiğini hatırladı. O tarihte Bodo’da altı bin kişi yaşıyordu ve 3500 kişi bu saldırıda evlerini kaybetmişti. Hayatını kaybedenlerin sayısı ise sadece ikisi İngiliz asker ve onüçü de Norveçli olmak üzere sadece onbeş kişiydi. Yaklaşık 20 Alman JU-87 ve JU-88 ağır bombardıman uçağının katılıp, tonlarca bombanın atıldığı ve 3500 evin yerle bir olduğu bu saldırıda sadece 15 kişinin yaşamını yitirmesi bir mucizeydi doğrusu. Hem neden bu ufacık kasabaya(!) saldırmıştı Almanlar ve neden adeta insanları kollayarak bombardımanı gerçekleştirmişlerdi? Bodo’da herhangi bir askeri üs falan da yoktu. Yoksa var mıydı? Ölen o iki İngiliz asker (ve de diğerleri) ne arıyorlardı bu ıssız Norveç kasabasında. Her neyse.. Daha sonra İsveç Hükümeti 1941 kışında 107 evin inşasına yardımcı oldu. İşte akıl karıştırtacak garip bir durum daha. Niye Norveç hükümeti değil de İsveç? Bu evler şehrin hemen dışında inşa edildi. Bodø'nun kalbinde yer alan bu küçük alana, bugün hala Svenskeren (İsveç İlçesi) denilmekteydi. Evet bu minik şehir hakkında bildiği tüm bilgiler, gariplikler bu kadardı.Bunları kısaca Jurgen’e anlattıktan sonra “E dostum neymiş bu önemsiz küçük şehri senin gözünde böylesine birden değerli, ilginç kılan?” diye sordu. Genç adam gözlerini yoldan ayırmadan anlatmaya başladı. “Biliyorsunuz biz Greenpeace olarak tüm ülke kıyılarında gemi, bot ve sürat teknelerimizle doğayı ve canlıları korumak amacıyla sürekli devriye geziyoruz.” Stephan “Evet sizin bu yönünüzü de ayrıca takdir ediyorum” diyecekti ki, genç arkadaşının sözlerini kesmemek için susmayı tercih etti. “Aslında Bodo kıyıları pek ilgimizi çeken yerlerden sayılmaz, ama.” Havaalanı otoyolunda hızla giderlerken, uzaktan karşıdan karşıya geçmekte olan bir ren geyiği ailesini farkedince arabayı yavaşlattı ve anlatımına da ara verip tüm dikkatini geyiklere verdi. Koca boynuzlu baba geyik yol ortasında durup kendilerine doğru gelen araca bir baktı ve başını çevirip, hiç istifini bozmadan karşı tarafa geçti, diğerleri de peşinde. Hayvanlar salimen karşıya varıp ormana dalınca arabayı hızlandırdı ve anlatmaya devam etti. “Merkezdeki görevli arkadaşlarımız Bodo Belediyesinden bir haber almışlar. Anlatılanlara bakılırsa zaman zaman garip ışıklar görünmekteymiş gökyüzünde” “Ne yani şimdi UFO mu avlayacağız?” “Yapmayın hocam, ben de sizin gibi bu safsatalara inanmam bilirsiniz. Ama belediye başkanı o kadar ısrar etmiş ki, bizimkiler bir ekip göndermek zorunda kalmışlar.” “Kuzey ışıkları, işaret fişekleri falan olmasın, oralarda çok sık rastlanır bunlara da, neyse sonra?” “Bizimkiler de birkaç kez bir anda görünüp kaybolan bu ışıkları görmüşler, hatta kameraya almışlar. Merkezde inceledik.” “Sonuç?” “Sonuç, bir kez daha ancak daha kalabalık ve teknik açıdan donanmış bir halde gitmeye karar verdik.” Sözlerini bitirdi, bir müddet konuşmadan yolu seyrettiler. Stephan hiç beklemiyordu böyle bir durumu, garip ancak o denli de ilginçti. Birden yaklaştıkları Oslo havaalanında park etmiş uçakları gördüler.

 

Kendilerini bekleyen ikisi erkek biri kız üç kişiyle tanışıp, kalkmakta olan Bodo uçağına yürürlerken Stephan hala kendi kendine mırıldanıyordu. “Tamam, o zaman. Çözülecek bir sorun varsa sıkı dursun, ben geliyorum.”  Diğerleri hocanın ne dediğini anlamak için bakışlarını ona çevirdiğinde Jurgen boşverin der gibi onlara bir işaret yaptı. Çünkü havaalanına girerken profesörün dudaklarından hala da anlayamadığı Almanca şu cümleler dökülmüştü. “Ich werde eines Tages wieder, sicherlich. Und an diesem Tag wird eine neue Ära in der Welt starten.“ Jurgen dönüp hocasına baktığında, onu yalnızmışçasına kendi kendine bu cümleyi tekrarladığını farketti. Ne demekti bu cümle ve durduk yerde profesör ne demek istemişti? Arabayı durdurduğunda Stephan’ın yeniden kendine geldiğini ve çevresiyle ilgilendiğini gördü. O şen, bilgili, kültürlü ancak mütevazı, kısacası eski hocası geri dönmüştü. Ancak o cümle aklına takılmıştı bir kere, Almanca bilgisini zorluyordu uçağa binerken de. Bir hayli uğraştıktan sonra, cep telefonundaki internetten de yararlanarak cümleyi şöyle tercüme etti. “Birgün döneceğim, mutlaka. Ve o gün dünyada yeni bir dönem başlayacak.” Anlam veremediği bir ürpertiye neden oldu vücudunda bu satırlar, okuduğunda. Yolculuk boyunca yanyana oturduğu profesörle havadan sudan konuştular. Bir ara Stephan izin isteyip kestirmeye başladığında Jurgen yeniden hocanın cümlesine odaklandı. Ne demekti bu, profesör ne demek istemişti, üstelik okulda tam 4 sene birlikte olduğu hocasının ağzından bunca yıl tek bir Almanca kelime dahi olsun duymamışken. Bunu mutlaka çözmeliydi. Çözülecekti bu sır ancak hiç kimsenin beklenmediği bir yerde ve şekilde.

 

4 saate yakın süren yolculuktan sonra Bodo havaalanına indiklerinde kendilerini ve uçaktaki diğer birkaç yolcuyu karşılamaya gelen on kişi kadar insan vardı ıssız, yakıcı bir rüzgârın kavurduğu havaalanında. Jurgen ayaküstü profesörü tanıştırdı diğer Greenpeace üyeleriyle. Hemen hepsi Stephan’ın ününü bildiklerinden çok sıcak ve de saygılı davranıyorlardı kendisine. Havaalanının lokantasında ringa çorbası, sebze salatası ve somon haşlamadan oluşan yemeklerini yiyip birer kadeh Eventyrvin Lerkekasa şarabı içtiler. Adını taşıdığı bağlarda yetişen bu şarap oldukça sert ve kolay bulunamayan bir içkiydi. Ülkenin diğer yörelerinde pek tutulmasa da, Norveçliler çoğunlukla Fransız şaraplarını tercih ederler, ama bu içki Bodo’nun oldukça sert kışında içenlerin içini fevkalade ısıtmaktaydı. Yemekten hemen sonra termoslarına rom ve dumanı tüten koyu kahve dolduran 12 kişi hava alanından sahile girmek üzere hemen hareket ettiler. Uçaktan indikten sonra profesörün havaalanına gelirken takındığı o düşünceli ve de düşündüren tavır hemen değişmiş, profesör yemek sırasında yaptığı şakalar ve anlattığı komik hatıralarıyla herkesin ilgi odağı olmayı başarmıştı.

 

Karınlarını iyice doyurup, kahve içmeye salona geçip, rahat koltuklara çöktüler. Dışarıda rüzgâr adeta ıslık çalıyordu. Kahvelerini yudumlarken daha önceden bu garip ışıklara bizzat şahit olan Greenpeace gönüllüsünün verdiği bilgilendirme herkesi tatmin etmek şöyle dursun, meraklarını daha da arttırmıştı. Bu Bodo körfezinde birşeyler oluyordu, ama ne?  Daha fazla sıcaktan uyuşmadan hemen kalkmaya karar verdiler, sıkı sıkıya giyindikten sonra kapıda beklemekte olan Cherokee’lere binip yola koyuldular. Kısa bir yolculuktan sonra sahildeki balıkçı köyüne ulaştılar. Hemen daha önceden yakıtları tamamlanmış, bakımları yapılmış, gerekli su ve erzak ikmalleri sağlanmış Zodyaklara dörderli gruplar halinde binerek belli aralıklarla, birbiri peşisıra Norveç Denizine açıldılar. Liderliği en öndeki botta giden ve olayı gözlemleyen Sövensen yapmaktaydı. Kızıl saçlı ve sakallı, havaalanından beri ağzından piposu eksik olmayan, iri yarı bir doğa bilimciydi bu adam. O da kendini diğerleri gibi doğanın korumasına adamış, gönüllü olarak Greenpeace’e katılmıştı. Elinde GPS ve pusulayla teknenin en önünde ayakta duruyor botun direksiyonundaki arkadaşına eliyle yön tayini yapıyordu. Stephan kafasındaki kar maskesi ve gözlükleriyle pek bir şey görmüyordu ancak sahilden bir hayli uzaklaştıklarını farkedebiliyordu. Kıyı şeridi arkada sisler arasında kaybolmuştu. Birden botun telsizinden bir çıtırtı yükseldi. Öndeki botun kaptanı son gözlemin yapıldığı yere geldiklerini, motorları durduracağını bildirdi. Diğer iki botta aynısını yaptılar. Az sonra her üç Zodyak da uçsuz bucaksız Norveç Denizinin açıklarında önceden kararlaştırdıkları gibi botlarını birbirlerine yanyana gelecek şekilde bağlamışlardı. Rüzgâr ve tipi gitgide artıyordu. Botlardakiler ellerindeki dürbünlerle görebildikleri kadarıyla ufku ve göğü tarıyorlardı. Bir saat kadar öyle o müthiş soğukta beklediler. Tipiden bir şey görmek şöyle dursun, üzerindeki o kutup giysilerine, tiftik yün bere, kaşkol ve eldivenlerine karşın az da olsa üşümeye başlamışlardı. Birden inanılmaz bir şey oldu. Rüzgâr ve hemen peşinden tipi tamamen kesildi.

 

Herkes bu ani gelişmeye çok şaşırmış ve de bir anlam verememişti. İklim koşullarının dakikalar içerisinde böyle değişmesi inanılır gibi değildi. Ama ne olursa olsun, bu değişiklik hepsini sevindirmişti de. Zira bazıları söylemeseler bile bu dayanılmaz soğukta beş metre ötesini görmeksizin deniz üstünde böyle oturmaktan bıkmışlardı, üstelik üşümüşlerdi de. Grup lideri Sövensen “Haydi biraz içimizi ısıtalım” deyince herkes âdeta bulundukları rüyadan uyandı, termoslardan mis gibi sıcacık kahveler fincanlara dolmaya başladı. Bazıları fincanlarındaki kahvelerini romla da zenginleştirmeyi ihmal etmiyorlardı elbette. İlk fincanlar bitmişti ki, gökyüzündeki kapkara kar bulutları da açılıp yerini masmavi göğe ve ılık güneşe bıraktılar. Yarım saat önceki o dondurucu havadan hiçbir iz yoktu şimdi.

 

Herkesin keyfi yerindeydi artık, denizin ortasında piknik yapmaya çıkmışlardı sanki. Hatta beraberinde getirdikleri sandviçlerini de çıkarıp yiyenler vardı aralarında. Stephan’ın da keyfi yerine gelmişti. İçlerinden biri eski bir Norveç şarkısı söylemeye başladı. İlkokulda öğrendikleri, tabiatın güzelliğini anlatan bir şarkıydı bu. Hemen tüm Norveçlilerin bildiği bu şarkıya hepsi katıldılar. Şimdi ıssızlığın ortasında bu 12 doğa tutkunu adamın avaz avaza söyledikleri şarkı çınlıyordu. Oldukça uzun olan Nynorsk dilindeki bu şarkının son kuplesine gelmişlerdi ki birden yukarıdan, gökyüzünden gelen bir patlama sesiyle irkildiler. Muazzam şiddetli bir sesti bu ses. Jurgen’in gökte bir noktayı göstererek “Bakın bakın” demesiyle hepsi birden başlarını o işaret edilen yöne çevirdiler. O anda şaşkınlıktan ağızları açık kaldı. Çok yükseklerde bir ateş huzmesi ilerliyordu, alev alev ve müthiş bir hızla. Birkaç dakika süren bu gösteri bittikten sonra bir müddet kendilerine gelemediler. Herkes ne gördüğünü, gördüklerinin ne olabileceğini sorguluyordu kendi zihninde. “Bu bir göktaşı olamaz, çünkü yukarıdan yani gökten yeryüzüne değil adeta yerden göğe yükseliyordu.” Sessizliği bozan Stephan olmuştu. “Böyle bir şey olması mümkün mü profesör?” “Elbette mümkün, bir füze çalışması olabilir pekâlâ, sözgelimi 70 mil kadar ötemizde, kuzeyimizde Kuzey kutup dairesi çevresinde Amerikalıların ya da bizimkilerin bir üssü olabilir.” Sövensen ”Yaklaşımınız mantıklı profesör ancak, buralarda üsler varsa bunlar askeri değil meteorolojik araştırmalar, bilimsel deneyler yapan üslerdir bence” dedi. “Ben de askeri füze demedim zaten, atmosferin üst katlarında, ozonosferde örneğin bu tip füzeler aracılığıyla yapılıyor olabilir pekâlâ.” Cümlesini tam bitirmişti ki peşpeşe iki patlama daha duydular. Kafalarını kaldırdıklarında bu kez adeta yanyana 2 alevden topun yükseldiğini, ancak bu kez dikine gitmek yerine göğe paralel yol aldıklarını fark ettiler. Kuzey güney istikametinde bir süre gittikten sonra birden kayboldular. Herkes huzursuz olmuştu, bir anlam verememişlerdi tüm bu olan bitene. Ama aralarındaki en huzursuz kişi kesinlikle Profesör Stephan’dı. Çünkü o bu gürültülerin seyrettikleri füzelerin ses hızını aştıkları anda meydana gelen patlamalar olduğunu anlamıştı. Ama şimdilik bu sırrı kendisine saklayacaktı, çünkü içindeki tuhaf bir his göreceklerinin ve yaşayacaklarının bu kadarla sınırlı olmayacağını söylüyordu sürekli olarak.

 

Jurgen’in dönelim komutuna herkes robot gibi uyarak bir çırpıda Zodyakları birbirinden ayırıp dönüş yoluna koyuldular. Hava ve deniz durgundu, ortalama 20 mil süratle karaya doğru gidiyorlardı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, hemen herkes ellerinde dürbünlerle belki yine görebiliriz umuduyla göğü tarıyorlardı. Stephan tüm mürettebatın UFO’dan uzaylılara, oradan nükleer savaşa kadar pek çok varsayımı kafalarında olgunlaştırmaya çalıştıklarını üniversitedeki tecrübelerinden öngörebiliyordu. Bu kahredici sessizlik en arkadaki bottan gelen bir telsizle cızırtısıyla bozuldu. “Beyler sanırım arkamızda bir balina var. Bizimle aynı rotada gidiyor.” Bir anda hepsi rahatladılar ne de olsa balinalar onların kuşlardan daha aşina olduğu, hatta zaman zaman birlikte yüzdükleri canlılardı ve yılın bu döneminde yavrularını bolca deniz canlısıyla, planktonla beslemek için Kuzey’e çıkarlardı.

 

Motorlarını durdurup, dürbünleriyle yaklaşık 400 metre kadar arkalarında suları kabartarak ilerleyen balinayı seyretmeye çalıştılar. Tam nefes almak üzere su üzerine çıkacak derken, denizin üzerindeki o kabarıklık birden kayboldu. Şimdi denizin yüzeyi kıpırtısız, dümdüzdü. Sövensen “Derine daldı, bize zarar vermemek için altımızdan geçecek.” dedi. Bu davranış biçimi genelde balinaların sıkça uyguladıkları bir şey olduğundan, bu sözler hepsine uygun normal geldi.  Kim balinayı en önce görecek diye zevkle dürbünleriyle denizi taramaya başladılar. Yarım saat kadar beklemişlerdi ki birden içlerinden biri parmağıyla Zodyakların 150 – 200 metre kadar güneybatısını işaret etti. “Bakın bakın orada çıkıyor” 12 baş aynı anda işaret edilen noktaya bakıyorlardı şimdi dürbünleriyle. Sular kabardı, kabardı ve kapkara bir siluet büyük bir hışırtıyla denizi yararak su yüzüne çıktı. 

 

Gördükleri inanılmazdı, gerçekten bir “şey”di, anlatılması, inanılması, kabul edilmesi oldukça zor, hatta imkânsız bir şey. Bazıları gözlerini bu “şey”den ayıramazken, bazıları da şaşkın şaşkın birbirlerinin yüzlerine bakıyorlar, bu gördüklerinin gerçek olup olmadığı hakkında yardım bekliyorlardı. Daha şaşkınlıkları geçmemişken ilk şeyin iskelesinde bir ikincisi, sancak bodoslamasında da bir üçüncüsü su üstüne çıktılar. Stephan “Beyler, sakin olun, şu anda ya doğaüstü bir olayla karşı karşıyayız, ya da bir şekilde hepimiz çıldırdık” dedi. Nihayet bir açıklama yapılacak diye diğer 11 kişi profesöre döndüler. “Beyler, açıklaması çok zor ancak şu anda karşımızda gördüğümüz üç “şey”, İkinci Dünya Savaşı’nda dünyanın tüm denizlerinde müttefiklere kan kusturan Alman deniz efsaneleri U-Botlar.” Diğerlerinin şaşkın bakışları altında konuşmasını sürdürdü.  “Ben de sizler gibi şaşkınım ancak gözlerim ve tarih bilgim beni yanıltmıyorsa şu anda 70-80 sene önce sonuncusu Müttefiklerce batırılmış bir hayalet U-Bot filosuyla karşı karşıyayız. Şu soldaki 1945 Şubat ayında Bergen açıklarında İngiliz HMS Venturer tarafından 70 mürettebatıyla beraber batırılan U-864. Zamanının en modern denizaltılarından olan 88 metre boyunda ve 7,5 metre genişliğindeki bu canavar, müttefik ticaret gemilerinin bir hayli canını yakmıştı. Norveç Donanmasının 5 yıllık bir aramasından sonra Bergen Limanına sadece 4 mil uzaklıktaki Fedje adası açıklarında 150 metre derinde ortadan ikiye bölünmüş bir durumda bulundu. Çok tehlikeli bir yük taşıyordu Japonya’ya, 65 ton cıva. Ve yapılan araştırmalar sonucunda bu miktarın yaklaşık 4 kilosu deniz suyuna karışmıştı ve gerek deniz suyunu, gerekse canlıları önemli ölçüde zehirliyordu. 2003 yılında Donanma dünyada ilk kez uygulanan bir sistemle, denizaltıyı kumlarla örttü ve de üzerine 12 metre kalınlığında bir beton lahitle örttü. Anlayacağınız bir denizaltı Çernobil’i. 150metre derinlikte yatan bir lahit, bir mezar.”

 

Nefes almak üzere durduğunda şaşkın gözlerle kendisine bakan arkadaşlarına baktı. Onlar gibi kendi aklı da karışmıştı, tüm bu bilgileri ilk defa duyuyordu, bir yerden okuması da imkânsızdı ama nasıl oluyordu da akıyordu bu bilgiler aklından ve ağzından. Devam etti “Sağdaki, bordasında da yazdığı gibi 77.00mlik U-156, 7.00 metre de genişliği var. 1941’de Bremen’de inşa edilip denizde indirildi. Pek çok başarıya imza attı ancak en çok ses getiren eylemi Batı Afrika kıyılarında 1942 Eylülünde Laconia’yı batırmasıdır. 1943 yılının 8 Martında Barbados açıklarında Amerikan uçaklarınca kıstırıldı ve 56 personeliyle batırıldı.  

Ve ortada gördüğünüz Hitler’in meşhur hayalet denizaltısı U-234. 90 metre boyunda ve 10 metre eninde olan bu denizaltı 1941 yılında denizde indirildi. 16 Nisan 1945 günü bir Alman U-Bot’u, Norveç’teki gizli Nazi denizaltı üslerinden Japonya’ya gitmek üzere yola çıktı. U-234 ismindeki denizaltının aylar sürecek bu yolcuğunun amacı sahip olduğu önemli kargoyu ve personeli sağ salim Japon imparatorluğu topraklarına ulaştırmaktı. Kargoda iki adet paketlenmiş Me-262 jet uçağı, bu uçakların ve jet motorlarının planları, Henschel Hs 293 radyo kumandalı bomba, yeni nesil elektrik torpidoları gibi son teknoloji silahların yanı sıra, benzeri onlarca Alman yapımı savaş aracı/gereci tasarımı ve planları bulunmaktaydı.

Bottakiler bir profesöre bir de üç denizaltıya bakıyorlardı, gözleri faltaşı gibi açılmış bir halde. Aralarından bazılarıysa kesin rüya gördüklerinden emindi. Stephan bir an eldivenli ellerini ağzına götürüp ısıtmak istercesine üfledi, sonra yine karşılarında öylece duran üç denizaltıya bakarak anlatmasını sürdürdü, üniversitede ders veriyormuşçasına.

 

“Ayrıca mürettebat harici, bu teknolojileri Japonlara göstermek için bir kaç bilim adamı, yüksek rütbeli subay ve teknikerlerin yanında iki Japon subayı da gemide bulunmaktaydı. Fakat U-234’ün asıl önemli kargosu 560 kg atom bombası üretiminde kullanılan “uranyum-okside” maddesiydi. O dönemde bu oranda uranyum-okside ile iki Amerikan şehrini haritadan silebilecek güçte atom bombası üretmek mümkündü. Almanların bunu göndermesinin nedeni Japonların kendi atom bombası projelerini yürütmelerine yardımcı olmaktı. Fakat işler planlandığı gibi gitmedi. Almanya 4 Mayıs 1945 günü Avrupa’da tüm ordularının teslim olduğunu bildirdi. Hemen ertesinde Alman Deniz Kuvvetleri komutanı Amirali Karl Dönitz 5 Nisan 1945 günü, denizdeki tüm U-Bot’ların limanlara geri dönmelerini ya da en yakındaki Müttefik gemilerine teslim olmaları talimatını verdi. 14 Mayıs günü U-234’ün kaptanı Johann-Heinrich Fehler, en yakındaki Kanada savaş gemisine teslim olmak yerine onları yanıltarak, Amerikan USS Sutton destroyerine teslim oldu. Bu sırada gemide bulunan iki üst rütbeli Japon Subayı teslim olmak yerine yanlarındaki hapları içerek intihar ettiler. Amerikalılar geminin beklenmedik kargosu karşısında şaşkınlığa uğradılar ve büyük miktardaki uranyum-okside Amerika’nın yürüttüğü atom bombası projesinde kullanılmak üzere Manhattan Projesine aktarıldı. Denizaltı kaptanının ve de mürettebatının hatta denizaltının akıbeti hep bilinmez olarak kaldı.”

 

Yine durdu, bir süre masmavi göğü, çok uzaklarda hayal meyal görünen karayı seyretti. Bota olduğu yere çökerken, yakınındakiler profesörün kısık bir sesle “Savaşın Almanların aleyhine biteceği anlaşıldığında Hitler’in bu denizaltıyla istediği ülkeye serbestçe gitmesi karşılığında bu önemli miktardaki uranyum oksidi Amerikan tarafına verdi. Bu teslimattan sonra da Führer ve bazı önde gelen yüksek rütbeli subaylar sandıklar dolusu külçe altınla birlikte Amerikalılar tarafından Berlin’den Norveç’e gizlice kaçırıldı. Oradan da bilinmeyen gizli bir üsten, U-234 bu değerli konuklarını Arjantin’e götürdü. “ Bu son sözleri duyanlar Stephan’ın iyice aklını yitirdiğine inandılar o anda. Gerçekte o zaman sürecinde yaşanan bu olaylar ve de anlatılanlar, gelecekte yaşanacak büyük olayların habercisiydi belki de. Geçmişte birileri tarafından yeniden yazılan kader, kendini göstermeye başlamıştı. Stephan’ın bir an duraksamadan anlattığı bu detaylı ilginç hikâyeler diğerlerini çok etkilemiş hatta korkutmuştu. Neyle karşı karşıya olduklarını kestiremiyorlardı. Şaşkın ve korku dolu gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Profesörün anlattıkları doğruysa ki doğru oldukları sapasağlam gözlerinin önündeydi, bu denizaltılar 70 sene kadar önce batırılmamışlar mıydı? Eğer öyleyse şu an neye daha doğrusu nelere bakmaktaydılar? Öte taraftan Jurgen’in aklı onlardan daha da fazla karışıktı, kendi akademik sahası hatta hobisi bile olmamasına rağmen Profesör Stephan tüm bu anlattıklarını nereden öğrenmişti? Neden gözlerini bir noktaya dikip sanki orada değilmiş gibi anlatmış, anlatmıştı.

 

Greenpeace’in üç Zodyakındaki 11 adamın akılları durmuştu, gözleri faltaşı gibi açılmış, gördüklerine profesörün anlattıklarına bir anlam vermeye çabalıyorlardı. Korkuyorlardı da, bilinmeyen hep korkuturdu insanoğlunu zaten. Ancak daha bitmemişti herşey, yaşanılacak görülecek daha pek çok şeyleri olacaktı. Yaşayacaklar, görecekler ancak maalesef kimseye anlatamayacakları olaylar bekliyordu kendilerini.

 

Kendilerine saatler gibi gelen bir on dakika kadar sonra U-234’ün kumanda kulesinin kapağı yavaş yavaş açıldı. Şimdi hepsi büyülenmişçesine açılan kapağa bakıyorlardı. Önce resmi SS üniformalı bir albay belirdi kulede, botlardakileri önemsemeden etrafa açık denize, masmavi göğe baktı. Onu az sonra iki SS subayı daha takip etti, onlarda ilk çıkanın yaptıklarını tekrarladılar, derin ve uzun uzun soluk aldılar. Birden kuledeki 3 SS subayında bir telaşlanma, kıpırdanma oldu, birine yer açmak istercesine kulenin duvarlarına yapışıp, ortayı boşalttılar. Arkası açık denize, Kuzey Denizine dönük, yakaları kalkık kahverengi paltosuyla orta boylu bir adam çıktı denizaltıdan. Kafasına sımsıkı yapışmışçasına koyu siyah saçları ilk bakışta hemen belli oluyordu. Diğer üç subayın verdikleri selamı alarak yavaş yavaş bottaki korkuyla titreyen adamlara döndü. Bu kadar olmazdı, mutlaka bu bir rüya, hayal görüyoruz kesinlikle diye düşündüler hep bir anda. 71 yıl önce 20 Nisan 1945’te Berlin’deki sığınağında intihar ettikten sonra cesedi yakılan Adolf Hitler nam-ı değer Führer tam karşılarındaydı. Jurgen yüksek sesle “Aman Allah’ım, galiba çıldırıyorum” diyerek olduğu yere çöktü bayıldı. Diğerlerinin de durumu onunkinden farklı değildi zaten. Botlarda tam bir korku, heyecan, panik, isteri, yarı delilik hali vardı şimdi. Bazıları gözleri kocaman açık transa girmiş, bazıları da bayılmıştı. Neden sonra kendine gelen Jurgen için inanılmaz kâbus sürecekti. İçinde bulundukları bot U-234’ün bordasına bağlanmıştı. Yattığı yerden biraz doğrularak baktığında denizaltının bordasında gördükleri tüylerini diken diken edecekti. Daha iyi görebilmek için gözlerini ovuşturdu, evet Profesör Stephan Logan Tomswill güvertede Hitler’le karşılıklı konuşuyordu. Şakaklarındaki gümlemeler daha da arttı, son nefesini verirken kulaklarında Hitler’in şu sözleri çınlıyordu. “Ich werde eines Tages wieder, sicherlich. Und an diesem Tag wird eine neue Ära in der Welt starten.“ Gözlerini son kez ufka, kızıl bir renk alarak batmakta olan güneşe çevirdi ve sonra, sonra yavaş yavaş her yer karardı.

 

 

BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU……………

                                                                     

New York Eyaleti Ithaca şehrindeki Cornell Üniversitesi
Nordland Üniversitesi
OSLO OPERA VE BALE SARAYI
BODO'DA İLKBAHAR
BODO'DA KIŞ
U-864
U-234
A
  • YORUMLAR (0)
  • YORUM YAP
    • İlk yorumu sen yap.
  • Ad Soyad E-mail Adres Yorum